Mehmet Rauf

EYLÜL


Скачать книгу

önceki halini tarif etmeye başladı. Genç kızın anlattığı ve itiraf ettiği ümitlerini, isteklerini, bütün o genç kızların kadın olacakları zamana dair hayallerini anlattı. Sonra karşısında birden böyle devlet dairesinde otura otura, ihtiyar memurların arasında büyüyerek yaşlanmış, tembelleşmiş bir koca bulunca ne hale geldiğini gösterdi.

      “Şimdi düşün!” dedi. “Farz edelim… İşte meselâ Necib Bey, ona pek âlâ bir koca olabilirdi. Öyle biriyle birleşip otursaydı zanneder misin ki Hacer böyle olurdu? Daha doğrusu böyle olsa belki bu, doğal gelirdi. Gerçi, şimdi Hacer öncekinden titiz, öncekinden hırçındır; ama yemin ediyorum ki kötü kalpli değildir. Sen kardeşisin, ama benim kadar bilemezsin; kadın, kadını daha iyi tanır.”

      Süreyya, kendi kendine söylenir gibi:

      “Necib, evet Necib Bey iyi olurdu, hatta annem de hep onu ileri sürüyordu… Fakat babam, ‘Aile içinde böyle evlilik iyi olmaz!’ dedi gitti. Ondan başka, ben de düşündüm ki Necib, kız kardeşime pek uygunsa da kız kardeşim, Necib’e hiç lâyık değildir; lâyık olmak şöyle dursun, hatta uygun bile değildir. Necib’e daha iyi terbiye görmüş, daha ağırbaşlı, daha ince bir kadın gerekir. Hem Necib, evlenmekten ölümden kaçar gibi kaçar.”

      Suad güldü, “Aman! Necib Bey tuhaftır. ‘Bence evlenmek ölmektir,’ der durur.”

      “Necib için böyle bir bucağa gelip kapanarak kalmak; baharı, bütün yazı böyle geçirmek… Oh, bunun imkânı yoktur! O özgürlüğe alışmış; gezmeye, eğlenmeye alışmış… Ona, bekârlık hayatının cazibelerini unutturup, onu kendine bağlamak için ben kadın isterim. Hacer mi? Hacer, Necib’e kendini bir ay sevdiremezdi. Bizim terbiye ettiğimiz kızdan ne olacak?”

      Suad yeniden güldü, “Aman, Beyefendi duymasın, yine neler söyler!”

      Süreyya, omuzlarını kaldırarak sustu.

      Hava gittikçe serinliyor, durgun hava sanki hep su oluyordu; gece berrak, altın pullu mavi tülleriyle titreyerek donuyordu. Suad, pelerininin içinde büzülerek, “Soğuk!” dedi. “İstersen içeri girelim!”

      O anda aşağıdan bir ses yükseldi, “Pek soğuk, pek!” diyordu. Bu, Necib’in sesiydi. Suad, eğilerek, “Biz içeri kaçıyoruz,” dedi. Hacer, soğuktan büzülmüş sesiyle, “Ama tamamen kaçmayınız! Biz de salona geliyoruz,” dedi.

      Salona geçtikleri zaman camları kapattı; Hacer’le Necib dışarıdan gürültüyle geliyorlardı. Kapı şiddetle açıldı ve Hacer içeri atıldı. Pelerininin yüksek yakasında kaybolmuş küçük yüzü, mosmor kesilmişti. Koştu. Elini, Suad’ın koynuna sokarak, “Üşümüş müyüm, bak?” dedi.

      Necib, pardösüsünü çıkarmış, oraya bırakıyordu. Süreyya ona doğru yürüyerek, “Eğer Hacer hasta olursa seni tutacağım Necib,” dedi, sonra elini alarak, “Bak senin elin de donmuş!”

      Necib gülüyordu. “O halde beni yine Hacer Hanım kurtarır; çünkü bu kabahatte ne kadar az suçum olduğunu herkesten iyi o bilir. İkna edip bir türlü buraya getiremedim; önce böyle değildi, şimdi şair olmuş… Elinden gelse biçilmiş, tartılmış şiirler söyleyecek.”

      Hacer, lambanın yanında ayakta, ellerini ağzına götürmüş, nefesiyle ısıtmaya çalışarak kardeşine bakıyordu, sonra omuz silkerek Necib’e döndü, “Sen boşuna korkma!” dedi. “Onlar hep sözdür… Biz o sözleri hep dinledik… Şimdi senin yapacağın asıl şey, sobayı yaktırmaktır.”

      Necib, sobayı yaktırmakla uğraşırken Suad dedi ki: “Durun Necib Bey, hizmetçiler onu bir saatte yakamazlar, bırak bana! Siz söyleyiniz de ateş getirsinler.”

      Süreyya, Hacer’in yanına gelmiş, ellerini eline almış tutuyordu. Hacer, Süreyya’dan korkmamakla beraber ondan daima çekinirdi. Suçlu çocuklara özgü olan konu değiştirme fikriyle aynanın önündeki saate bakarak, “Oo, saat daha üç buçuk… Yatmamıza daha vakit var. Bezik oynayalım mı çocuklar?”

      Süreyya cevap vermeyerek, “Sen küçük olmalıydın da Hacer,” dedi. “Seni minimini şamarlarla iyice bir dövmeliydim; o zaman belki Necib Bey’in de intikamını alırdım.”

      Necib, sobayı yakmak için Suad’a yardım ederken, “Benim intikamım mı?” dedi. “Dünyada, intikam kadar tanımadığım bir his yoktur. Bugün beni döven birini, yarın biri döverken görsem ağlayacağım gelir.”

      Şimdi soba alev almış, odunlar telâşlı bir çıtırtıyla yanmaya başlamıştı.

      Hacer, Süreyya’nın elinden kurtularak bezik masasını düzeltmeye başladı. “Haydi beziğe, beziğe…” dedi.

      Suad: “Ben oynamam, bakarım,” diye masaya oturdu. Necib, Hacer, Süreyya oynamaya karar verdiler. Onlar oynarken Suad, seyrediyordu. Birden o kadar dalmış, gözlerinin önündeki şeylere dikilen bakışları onları görmeyerek başka âlemlere o kadar uzayıp gitmişti ki orada olduğunu oyun bittiği zaman fark etti.

      Necib Bey kâğıtları düzelterek, “Dur bakalım daha…” dedi.

      Hacer, önünden kâğıtları eliyle iterek, “Benim canım sıkıldı,” dedi.

      Süreyya: “İşte gördünüz ya, bizim Hacer’le oyun olmaz…” diye kâğıtları toplamak için Necib’e yardım etti.

      Hacer, “Efendim, Allah rahatlık versin,” dedi ve o gittiği zaman Necib, kâğıtları bırakarak, “Tuhaf gelebilir, ama hakkı da var ya…” dedi. “Burada oturup da neşesini koruyabilmesi için insan, sizin gibi olmalı. On gün kalmak kararıyla gelmiştim, galiba yarın ilk trenle kaçacağım. Burada hayatı nasıl geçiriyorsunuz bilmem ki! İnsan cehenneme zorla girer mi?”

      O zaman Suad, yarın istediği zaman buradan kaçabilmenin kocası tarafından da bir mutluluk olarak kabul edileceğini düşündü. Süreyya’ya baktı. O, az önce karısına ettiği şikâyetleri şimdi, Necib’e dinletmeye başlamıştı. Necib, hep hak veriyor; kendisinin bir an duramayacağını söyleyerek gittikçe kuvvet bulan kararıyla, “Aman, hemen yarın kaçayım!” diyordu.

      Suad: “Buradan nereye gidersiniz?” diye sordu.

      “Adaya. Şimdi ada gittikçe güzelleşir, İstanbul’un en güzel yeri bu ayda adalardır. Daima gider kalırım. Hele pazar günleri o kadar kalabalık oluyor ki.”

      Süreyya daldığı sessizlikten uyanarak, “Ben olsam Büyükada’ya gitmem. Daha tenha bir yer olsun ki kalabalık içinde olayım, ama yine orada yaşamayayım. Ben gitsem meselâ Heybeli’ye veya Burgaz’a…”

      Necib gülerek, “A, orada bir gün yaşayamam,” dedi, sonra ikisine de bakarak ciddi bir tavırla, “İkiniz için oralar çok iyidir; fakat benim gibi yalnız yaşayan bir adam için… Eğer ben de sizin gibi olsam buradan ayrılmam,” dedi.

      Süreyya gülerek reddediyor, burada insanın boğulduğundan, yaşamanın imkânı olmadığından söz ediyordu. O zaman Necib kabul etti, “Evet evet, öyle bir yer olmalı ki insan kalabalıkta yaşamalı; fakat içine girmeden…”

      Onlar konuşurken Suad düşünüyordu ki: Kocası gibi kalabalığı sevmeyen bir adam değil, kalabalık içinde büyümüş Necib Bey bile kendine bir eş bulursa burada, kocasının cehennem dediği bu köşede yaşamaya razıydı ve Süreyya’yı böyle neşeli ve yalnız beraber olmaktan başka her türlü endişeden kurtulmuş tutamamak ona büyük bir felâket gibi geliyordu. Düşüncelerinin ta derinlerinde bir ateş, küçük bir korku, bu felâketin gerçekten büyümesi fikrinden doğan bir acı, kendini gittikçe hissettirmeye başlıyordu. “Ne yapmalı ya Rabbim?” diyordu ve Necib, söz söylerken hep kendilerinden mutlu ve uygun bir eş gibi söz ettikçe ona memnun ve minnettar bir nazarla bakarak teşekkür etmek istiyordu. Mutluluğun rengini hâlâ koruyan