balkona geçtiği zaman iri, rüzgârlı damlaların düştüğünü görerek bu serinlikten yararlanmak için orada durdu, alnını bir direğe koydu ve gecenin karşısında bir süre öyle kaldı.
Kendini, hayatını düşünüyordu. Evlenmemek hakkındaki kesin kararı, ara sıra zayıflıyordu; şimdi yine o zayıf zamanından biriydi. Bu karı ve koca arasında şahit olduğu anlaşma ve yakınlık; bu sıcaklık, bu birinin küçük bir isteği için öbürünün canını verecek derecedeki telâşı, bu sakin ve mutlu sevgi, onu harap ediyordu. Bütün başarıları birer hüsran ve azap olan kendi hayatının uzun uzun arzu edilmiş, çalışılmış, kazanılmış zaferlerinde bile böyle güçlü, böyle fedakâr, böyle şefkatli ve sıcak samimiyete ulaşamamıştı. Birçok mutluluğu ya zehirli bir ayrılık ya da kahredici bir kayıtsızlıkla bitmiş; hiçbiri en mutlu zamanında bile şu mutluluğun sessizliğine ve güzelliğine benzeyememişti. Ve bu hayatı tatmadıktan sonra yaşamak ona boş, pek boş geliyordu.
“Niçin?” diyor, sonra ümitsizlik ve bezginliğin bu nakaratını, “Niye iyi!” hitabı takip ediyordu. Onun, zevkin hayhuyuna tutulmuş, maceralara eğilimli olan kişiliği bunlarla anlaştığı için artık ikinci huy olmuş, şimdi kendisinde sakinliğe ve şefkate, gölgeye, yücelik ve şiire susamış bir kişilik uyanmaya başlamıştı. Hayatın en memnun olduğu anında bile, ruhundaki eksiklik hissi bir başka ihtiyaçla dağlanıyor; şimdi zannediyordu ki bu ihtiyaç, ancak böyle sıcak bir sevgiyle, böyle dostane bir vefayla tatmin edilecek…
Ilık bir rüzgârla büyük büyük bulutlar uçuşarak geçtikçe seyrek, ağır damlalar serpiliyor; bunların yapraklara düşmesinden dolayı etrafında ölçüsüz bir ses hışırdıyordu. Necip, ıslandığını fark edip karanlığın içinde odasına giderken durdu, yanı başında şimdi işitiyorum zannettiği, huzurlu bir soluk alışla uyuyan bu karı kocanın mutlu olmasını, büyük bir hürmet ve sevgiyle diledi. “Lâyık olan mutlu olur,” fikri, zihnini bir süre oyaladı. Odasına geçip soyunurken hâlâ bunu düşünüyordu.
“Evet,” dedi. “Lâyık olan mutlu olur veya Goethe’nin dediği gibi, lâyık olan kazanır ve kazanamayan lâyık değildir.”
Sabahleyin Süreyya’nın sesini işitip uyandığı zaman hemen hemen yeni uyumuş gibiydi. Başı, küflü ve ağır bir şekilde kalktı; fakat panjurları açıp da dışarıdan taze, yeşil, parlak bir yaz sabahı bütün neşe ve tazeliğiyle içeri dolduğu zaman derin bir ferahlık hissetti.
Süreyya: “Çabuk, çabuk, treni kaçıracağız,” dedi, sonra balkonun parmaklığından aşağıya sarkıp, “Araba hazır mı Selim, araba?” diye haykırdı.
Necib, beş dakika sonra hazırdı. Onları odalarının önünde buldu. Suad, tavsiyelerini bitiremiyor, tekrar ediyordu, “Aman Süreyya, Allah aşkına…” derken Necib, birden dün geceki düşüncelerine döndü, gülümsedi. Suad, arabaya kadar yanlarında gelmişti.
Süreyya: “Bağın kapısına kadar beraber gel, orada seni bırakırız, dönersin,” dedi.
Suad: “Ya bırakmazsanız,” diye tereddüt etti. Necib, Suad’ın gözlerinde istasyona kadar gitme arzusunu okuduğundan, “İstasyona gelseniz de yine arabayla dönseniz daha iyi olmaz mı?” dedi.
Karı kocanın, ikisinin de bunu istedikleri, hemen gösterdikleri sevinçli kabulden anlaşılıyordu.
Araba hareket etti. Bağın bozuk yolundan bazen devrilecek gibi giderken Necib, şu on dakikalık mesafede bile beraber bulunmak için, hatta açıkça itiraf edemeyecek kadar istekli olan bu iki kalbin şimdi yetişmek telâşıyla birbirlerine bakmadıklarına dikkat ederek, “Beraber olmak yetiyor,” diyor ve tekrar – bulanık ve tortulu, cevap vermek veya tutunmak için düşünceleri daima kırılmaya uğrayarak – tekrar bu hali bile bir mutluluk derecesine çıkaran yakıcı, kavurucu değil; sakinleştirici aşkı, hayır bu aşk olamaz; kalp bağlılığını düşünüyordu.
Tren hareket edeceği zaman, istasyonun arkasındaki arabasından kendilerine bakan Suad’ı aradılar; elleriyle selâmlar göndererek uzaklaşırlarken onun da arabayla yola çıktığını gördüler.
Vagonda iki kişi yalnızdı; Necib, nasıl olup da Süreyya’nın şimdi bu eksikliği, hatta kendisini üzen bu kadın eksikliğini hissetmediğine şaştı. Bu kadar bağlılık üzerine bu ayrılığın, belli bir süre için olsun kalbi, elbette hüzünlendirmesi gerekirdi. Ve bu kadar sadık bir aşkın bile böyle hüzünleri olduğunu düşünerek boynunu büktü.
Süreyya, trenin hızından dolayı başını havaya kaldırmış yarı durgun, susuyordu; sonra, “Bakalım ne yapacağız?” dedi, daha sonra ekledi, “Gerçekten güzel bir şey bulursak Suad, ne kadar sevinecek değil mi?”
Evet, Suad… Şimdi onsuzluktan hüzünlüyken bu düşünce; onu sevindirmek, onun sizi beklediğini, şimdi fikren sizinle beraber olduğunu, her an yanınızda hissettiğini bilmek, hissetmek, yanınızda görmek… Bu, hüzünlü anlara sonsuz bir lezzet veriyor, sevilen için çekilen ezaları bir gam damlasıyla karışık, hoş bir sarhoşluk haline getiriyor, zaman geçtikçe bir acı kadar tatlılaştırıyordu.
Süreyya: “Ah bak, akşam bizi arabayla beklemesini tembih etmeyi unuttuk,” diye üzüldü, sonra hemen, “Ama zannederim, kendisi düşünür ve gelir,” dedi.
Eğer geleceğini zannetmeseydi haksızlık edecekti; çünkü Necib, Suad’ı onun kadar bilemediği halde bile bundan şüphe etmiyordu. Ve birden, kendisinde daima var olan kuruntuyla bu mutluluğun da derinliklerine girip gerçeği görmek merakına düştü; elbette bunların da göründükleri kadar mutlu olmadıklarını, Suad’ın da aslında bu kadar kusursuz olmadığını tekrar etmeye başladı. Kendisinin de bunların karşısındaki hayran tavrını pek gülünç buluyordu. İşin, karşıdan böyle göründüğünü, aslında kim bilir nelerden ibaret olduğunu söylerken niçin hiçbir kusur belirtisinin kendi bakışlarına isabet etmediğini soruyordu. Birden bir tepkiyle, “Bu kadarı da bir başarı değil mi? Bakalım ben bu kadarına erişebilecek miyim?” dedi.
Akşama kadar dolaşıp nihayet işlerini memnun bir şekilde bitirdikten sonra trene geldikleri zaman büyük bir rahatlık hissettiler, önlerinde memnun ve sevinçli birkaç gün vardı. Süreyya, başarılı olduğu zamanlara özgü tavırlarıyla rüyadaymış gibi anlatıyordu: Şimdi Suad’ı bulacaklar, ona anlatacaklar, Süreyya’nın “mücevher kutusu, fildişi yuva” diye tarif ettiği yalıyı o ne kadar sevecek… Sonra evdekileri nasıl şaşırtacaklar… Süreyya, hepsinin taklidini yapıyordu, “Fatin kuduracak, Beyefendi köpük saçacak…”
Necib: “Ya Hacer?” dedi.
“Hacer mi? Görürsün. O da kocasına bir yalı tutturacak…”
Sonra gülerek, “Fakat Fatin… Vallahi onu boşar da öyle bir halt etmez,” dedi.
O, asıl onu görmek istiyordu.
“Ah şu Fatin!” dedi. “Patlayacak patlayacak!” Sonra birden, “Patlasa da Hacer de kurtulsa,” dedi.
Necib, Suad’ın ciddiyet ve dayanıklılığı yanında Süreyya’nın da böyle küçük hislere kapılışına bakıyor; fakat Fatin’i o kısa boynu, daima para görür gibi akı çok gözleri, başını çevirmeden sağa sola bakışıyla kendisi de o kadar iğrenç buluyordu ki ona hak veriyordu.
İstasyonda Suad’ı bulur bulmaz bütün hayalleri alt üst oldu. Süreyya ona müjde verirken o, “Boşuna… Her şey bozuldu,” dedi. Ve merak ettiklerini görerek anlattı, “Ben, dadıma tembih etmeyi unutmuştum. Hepsini Hacer’e söylemiş… Şimdi herkes biliyor.”
Süreyya, “Eyvah!” makamında elini alnına götürerek, “Ne söylüyorsun Suad?” dedi. Sonra mutluluğunun çokluğundan onu da bir başarı haline getirdi. “Bilsinler,