Mehmet Rauf

EYLÜL


Скачать книгу

mahrum geçen kendi hayatını düşünüyordu. Tünel’e geldikleri zaman Süreyya: “Artık bana müsaade,” dedi. Onu çeyrek geçe, doğru Yeniköy’e giden vapura yetişmek istiyordu. Arkadaşının elini sıkarken, “E, ne zaman?” diye sordu. Necib, tereddüt etti.

      Süreyya: “Karışmam,” dedi. “Sonra Suad’ı darıltırsın, onda bilsen ne hazırlıklar var. Senin için ayrıca bir oda hazırlıyoruz. Görüyorsun ya, mecburen geleceksin. Ne zaman gelsen evdeyiz. Haftada iki gün İstanbul’a inmek istiyorum, ama daha karar vermedim. Bir de sandal bulduk, onu da alırsak gelsin keyif. Sahi sen sandalcılığı sevmezsin. Oo! Düdük öttü, adiyö!”5

      Koşuyordu. Necib, hatırlayarak arkasından seslendi, “Selamlarımı unutma!”

      Süreyya: “Şüphesiz, şüphesiz!” diye kayboldu.

      Necib, dönerek kalabalığa karıştı. “Kim der ki şu adam beş yıllık bir kocadır,” dedi.

      Bu, kendisinin hayat ve evlenme hakkındaki bütün felsefesine aykırı bir durumdu; fakat işte gerçekti. Ve hayalen Süreyya’yı görüyor, Suad’ı beklerken görüyor, yine onların şevk ve huzurla geçecek gecelerinin yanında, kendi geçireceği gecenin acılığı şimdiden kalbine çöküyordu. Birden, “Adam sen de! Bunlar hep hayal,” dedi. “Onun yerinde ben olsam ilk haftadan bunalırım; zaten ben, hiçbir şeyden memnun olmamak nasibiyle doğmuş değil miyim?”

      4

      Bununla beraber Necib, o pazar adaya gideceğine Boğaz’a gitti.

      Ve vapur, Boğaziçi’ne koşuşan halkla taşarak, köprüden çözülüp Boğaz’ın mavi göğsüne gömüldükçe içi açılıyor, kendinde gitgide çoğalan bir ferahlık duyuyordu. Etrafına bakarak mutlu ve güler yüzlü görünen yolcuların baharla kendilerinden geçerek sürdükleri hayat ona, duyduğu sevinçle çok zevkli bir hayat gibi geliyor; derin nefesler alarak kırların, dalgalanan yeşilliklerin, renk renk çiçeklerin taze kokularıyla hareketleniyor, coşkuya boğuluyordu. Bütün üzüntü ve sıkıntısı Beyoğlu’nun karanlık sokaklarında kalmıştı. Her yüzde bir neşe vardı. Vapurun üst güvertesini dolduran halkın içindeki kadınların her biri bugün ona, arzulanmaya değer bir güzellikle görünüyordu. Sahildeki binaların yan yana ve birbirlerini kovalamalarındaki hızdan yarı sersem, gözlerinin önünde kaynayan şu coşkun hayattan yarı baygındı. İskeleler, kendilerinden geçen yolcuları boşalttıkça vapur bir kere nefes alıyor, biraz hafifliyordu. Büyükdere son yolcuları alıp vapur âdeta boşaldığı zaman Necib, kendini topladı. Şimdi nasıl bir sevinçle, iyi niyetle ve temiz yüreklilikle, nasıl bir mutlulukla karşılanacağını düşünerek seviniyor, gülüyor, sonsuz bir memnuniyetle telâşlanıyordu. Yalıya doğru yaklaştıkça bu telâş, heyecan oluyor; Suad’ı, Süreyya’yı şimdiden görerek kalbi çarpıyordu.

      Onu, önce Suad gördü. Eliyle işaret ederek içeri seslendi. O zaman pencerede, karı koca, ikisinin de başları göründü.

      Süreyya uzun bir, “Oo!” ile selâmladı. Kapıyı hizmetçi kız açtı. İçeri girer girmez kendisini, merdivenden koşarak inen Süreyya’nın karşısında buldu. Bu, sevinçli bir karşılama oldu. Süreyya: “Ne iyi ettin de geldin,” dedi.

      Yukarı çıkıp Suad’la görüştüler. Necib’e, bugün geleceğini umduklarını söylediler. Necib merak edip, “Nasıl?” diye sordu.

      Süreyya açıkladı: “Hava sabahleyin o kadar parlak, o kadar nefisti ki Suad, ‘Bugün Necib Bey belki gelir,’ dedi. Ah, sabahları erkenden buradaki güzelliği, tazeliği tarif etmeye söz bulamıyorum. Denizin zarifliğini, tazeliğini, yeşilliğini… Nihayet şu Boğaziçi sabahının bakirliğini görmeli Necib! Fakat bugün adaya gideceğini bildiğimiz için üzülüyorduk. Bununla beraber, bilmem niçin umuyorduk.”

      Gülerek karısına baktı, “Hatta Suad hazırlık bile yaptı. Malûm ya, artık o ev kadını oldu.”

      Suad, kızararak yarı sitemle, “Fildişini, beyefendiyi misafir kabul edecek bir duruma getirmeye uğraşıyorum,” dedi.

      O zaman Necib anlattı: Gece Beyoğlu’nda ne kadar bunaldığını, bugün adaya gitmek istediği halde oraya gidip birtakım renksiz yüzler, kayıtsız dostlar, yabancı kalpler göreceğine gelip, fildişi yuvalarındaki dostlarının misafiri olmayı tercih ettiğini söyledi. “Ah, görseniz artık!” dedi. “Görseniz artık, Beyoğlu ne kadar dayanılamayacak hale geldi. Sabahları yine biraz serince oluyor. Rutubet biraz işe yarıyor; fakat sabahları da Beyoğlu’nun o baş ağrıtan satıcı gürültülerinin evlerin içinde nasıl çınladığını bilseniz… Sonra öğle oldu mu durmak, oturmak mümkün değil. Toz, güneş, ter… İnsan boğuluyor, boğuluyor, boğuluyor… Onun için buralar, insana bir köy gibi geliyor. Hele bu Yenimahalle, sahiden fildişinden bir yuva. Uzak, uzak… Sanki kaçmış, kaybolmuş… Ah, buraya gelip dünyayı unuttuğunuza ne iyi ettiniz!”

      Süreyya, başarısının gülümseyen mutluluğuyla ekledi: “Unutmuş ve unutulmuş, değil mi?” Sonra Necib’in elinden tutarak, “Hele şimdi gel de sana kafesimizi gezdirelim. Servetimizi gör. Bir kere balkonlu odaya gidelim de bak manzaraya,” dedi.

      Bir merdiven çıkarak denizin üzerindeki salona girdiler. Burası, evin eni kadar geniş bir odaydı. Panjurları açınca önce bol bir ışıkla gözleri kamaştı. Suad, ilerleyerek balkona çıkan orta kapıyı da açtı. Üçü birden balkona geçti. Saçaklardan giremeyen güneş, beyaz coşkun bir ışıkla burayı, içeriye doğru gittikçe gölgelenen bir parlaklığa boğuyor; denizde dalgaların oyunlarıyla kıvamlanarak yansıyan gölgeler bile bir gümüş beyazlığıyla yıkanarak, kendini saklayan bir sıcaklık içinde güneşten gelen kahkahalar gibi billûrlaşıyordu.

      “Süreyya, asıl buraya bak!” dedi. Karşısında, Anadolu’nun Kavaklar’dan başlayıp Beykoz’dan geçerek Paşa-bahçesi’nden ta Çubuklu’ya, sonra Yeniköy’den başlayıp bütün Tarabya’yı, Büyükdere Koyu’nu6 takip ederek Mesar Burnu’na7 kadar gelen kıyıların arasındaki çok büyük, geniş gölü gösterdikten sonra eliyle işaret ederek, “Nasıl, tıpkı bir göl değil mi?” diye sordu.

      Necib, “Gerçekten çok güzel,” dedi.

      Balkonun kenarına kadar ilerlemişti. Hafif bir rüzgâr okşamasıyla dalgacıklar püsküren deniz, güneşin altında baygın, dermansız serilmiş, girintili çıkıntılı bir gümüş vadi gibi parıldıyor; kıyıların üstünde gözü, alabildiğine sürükleyip ufuklarda yoran tepelerin her biri başka gölgeler, dumanlar altında havasının ateşten titrediği sezilen eflâtun, kurşunî, sarı dağ çizgileri, en sonunda geniş bir denizin ışıklar içinde ufka gömüldüğü hayali adalar gibi kapalı, yumuşak bir ateş koru üstünde ürpere ürpere ses vermeyen setler gibi sıralanıyordu.

      Süreyya, tekrar ediyor, “Nasıl, muhteşem değil mi?” diye soruyordu, sonra birden alevlenerek, “Ya bu rüzgâr!” dedi. “Sorarım sana, bu rüzgârı başka nerede bulursun Necib? İmkânı var mıdır? Suad’ın dediği gibi bu temiz, saf, köpüre köpüre esen rüzgârı? Şu sevince, şu tazeliğe, şu hayata bak Allah aşkına! Bağ diye gidip, o cehennem ocağına tıkılmak yazık değil mi?”

      Necib, oraya, büyük bir saksının yanına konulmuş geniş bir hasır koltuğa oturarak “Muhteşem, muhteşem!” diye tekrar etti.

      Karı koca memnun, gözleri mutluluktan gülerek birbirlerine bakıyorlardı.

      Suad: “Daha bu ilk memnuniyetin arkası var,” dedi. “Her gün başka bir güzellik var.”

      Süreyya, Suad’a şükranla baktı. “Ah, bütün bunların senin sayende olduğunu düşündükçe…