“Ey, her zaman kaçta yiyoruz?” diye sordu.
Süreyya gülerek, “Malûm,” dedi. “Yani demek istiyorsunuz ki bir namaz saati kadar düzenli yemek yiyoruz. Bunu tekrar ettirmeye gerek yok. Allah, çalışmanızın karşılığını versin. Yalnız, dilerim ki bu merak, nihayet bu köşkü bir cinnet haline sokmasın. Ev kadınlığı cinnet ölçüsü… Doktorlara yeni bir hastalık daha…”
Suad, sitemli bir bakışla, “Birikiyor,” dedi.
Süreyya, hem yemek alıyor hem daima Necib’e bakarak devam ediyordu, “Ne? Cinnet mi?”
Suad, başını sallayarak, “Hayır, kabahatler, haksızlıklar…” dedi.
Necib: “Omlet enfes!” dedi.
Süreyya gülerek, “Aşçıya kalsa bize yemek haram olacak. Bereket versin küçük hanıma… O kendini yoruyor, ama kocacığına… Ay, kocasına diyecektik! Ay, yine olmadı, Süreyya’ya, Süreyya’ya!” dedi.
Suad, Necib’e bakarak, “Cennete gitmek için sabırdan başka çare yoktur, değil mi Necib Bey? Rica ederim, siz evlenince böyle huysuz bir koca olmamaya çalışınız, yoksa…”
Süreyya hâlâ alay ederek, “Yoksa ne olacak?” diye sordu.
Suad, tereddütle, “Yoksa… Yoksa… Karınızı mutlu etmemiş olursunuz.”
Süreyya: “Oo!” dedi. “O kadarcık mı? Ben de önemli bir şey olur zannediyordum. Necib de benim kadar bilir ki evlilikte hanımlar solda sıfırdır. Akıl ermeyen bir şey varsa bu kadar dikkate rağmen şu etlerin aşçılık başarısıyla böyle yarı yarıya siyahlaştığıdır.”
Suad, gülümseyerek, “Mademki kocaların huzuru gerekli, veriniz onu ben yiyeyim. Zavallı kadınlar!” dedi.
Necib: “Tam tersi, zavallı erkekler Suad Hanım! Bir kadının ne olduğunu anlayanlar için asıl zavallı, erkeklerdir. Kadın olmayınca bir erkeğin hayatının ne verimsiz, ne yağmursuz, tesellisiz siyah bir çöl olduğunu bilseniz… Bunu çok erkek bilir de sonra unutur. Bir kadının, bir erkeğin hayatına sadece varlığıyla tazeliği ve o şiiri nasıl verdiğini, ruhu bir yana bıraksak bile yalnız vücut için de nasıl büyük bir koruyucu olduğunu bilseniz… Demin bana buradaki hayatınızdan bahsediyordunuz. Siz, her saati geçirmek için mutluluklar, eğlenceler buluşunuzu anlatırken ben, yirmi dört saatlik hayatımın nasıl bir cehennem gibi sonsuz, yaşanmaz bir hayat olduğunu düşünüyorum. Sadece söyleyeyim ki ölecek derecede bunalıyorum.”
Ötekiler susuyorlardı.
“… Bilmezsiniz Beyoğlu hayatının, hatta eğlenecek mevsimde bile nasıl bunaltıcı, beyin ezici bir hali vardır. Önce, bin bir renkli bir hayat gibi görünür; hiçbirine benzemez eğlenceleri var gibi gelir; fakat o kadar tek renk, aman ya Rabbi, o kadar tek renktir! Görülen yüzler daima o kadar aynıdır ki… Mahremiyetsiz, samimiyetsiz, gösterişli bir taklitten, soğuk sarı bir taklitten ibaret bir hayat… Her görüştüğünle müthiş bir rekabet, bir mücadele, bir düşmanlık… Hiçbir el sıkmazsın ki mümkün olsa seni bir çukura itmeyeceğinden emin olasın; hiçbir ses işitmezsin ki senin arkandan en hain, en haksız bir alayda, bir kötülemede bulunmayacağına emin olasın. İki yüzlülük, alay, kendini beğenmişlik, bencillik… Bu aç kurdun elinde bütün yüzler morarmış, bütün gözler bulanmış, herkesin başarısı öbürlerinin ayaklarının altında ezilmesiyle olacak gibi bir çekememezlik, bir kin. Kimse kimseyi beğenmez. Üstünden başından tutunuz da konuştuğu Fransızcaya kadar her şey, alay için bir vesiledir. Zaten hep sahtekârlıktan ibaret olan bu yüzlerde göz, dudağa; dudak, çeneye güler. İğrenç bir şey kısacası.”
Süreyya, lokmasını hazırlamakla meşguldü. “Buna rağmen inkâr edemezsin ki, kadınları nefistir,” dedi.
“Evet, özellikle kaldırımlardan geçerken uzaktan mağaza bebekleri gibi görünce… Beyoğlu tiyatrosunun gezici aktrisleri… Hepsi öyledir. Oyuncular gibi asıl hayatlarını unutmuşlardır. Onların ruhlarını arayacağınıza kutup keşfine çıkmış olsanız daha hayırlı olur. Bilir misin nefis kadınlar hangileridir? Temiz ruhlular. Sana ciddi söylüyorum Süreyya. Mutluluğunun kıymetini bil.”
Süreyya, neredeyse kızarmış bir halde Suad’a yan yan bakıyordu. İkisi arasında derin bir bakış oldu.
Sofradan kalktığı zaman Necib, kendi kendine: “Ah, herkes böyle olsa, herkes mutlu olsa!” dedi.
Başka bir yerde olsaydı bu dileğini pek gülünç bulurdu; fakat bu mutluluk ve samimiyet içinde bütün eğilimleri ve alışkanlıkları kayboluyor, hayatını; karanlık, hain, kötü hayatını unutuyor; hıncını, bezginliğini hissetmeden değişerek başka iyi bir adam oluyor ve sonra bunu fark ederek şaşırıyordu. “Ah, insanlar! Şu insan kalbi… Yüz bin anlamlı bir bilmece… İçinden çıkmak mümkün değil,” diyordu. “Acaba kötülük gibi iyilik de bulaşıcı mı?” diye düşünüyordu.
Balkona tekrar çıkıp köşelerdeki yeşilliklerin altında uzun sandalyelerden birine otururlarken Süreyya: “Aman, Suad gelmeden bir sigara tellendirelim!” diye kutusunu verdi. Sigaralarını yeni yakmışlardı ki Suad göründü. Balkona çıkmayarak kapıdan, “Dehşet dehşet! Yine mi duman, yine mi?” dedi.
O zaman tütünden söz edildi. Sigara, Suad’a tersti. Süreyya ise sigarayı savunmak istiyordu.
Necib dedi ki: “Yok Süreyya. Herhâlde bu, iddia edilecek kadar önemli bir şey değil. Bana öyle gelir ki, evli olsam da sigaram şikâyet konusu olsa.”
Süreyya, tuhaf bir gözle bakarak, “Galiba yine bir şey yumurtlayacaksın Necib?” dedi. Necip gülerek bitirdi, “Elimden sigarayı, cebimden paketi, kendimden de bu uğursuz alışkanlığı teşekkür ederek def ederdim.”
Süreyya, sigarasını zevkle bir daha çekerek dumanını ağır ağır savurdu. “Ne güzel fikir! Yalnız bir kusuru var ki uygulanması mümkün değil.”
“Azıcık fedakârlığa katlanmayınca hiçbir şey yapmak mümkün değildir.”
Suad korkarak, “Yok, ben fedakârlık mertebesine çıkan şeylerden söz etmiyorum,” dedi ve piyano konusu oluncaya kadar hep bağdan, bağdakilerden söz ettiler. Bu, neşeli bir konuşma oldu. İki sözün birinde Fatin ile Beyefendi ortaya çıkıyor, Hacer’in sesi işitiliyordu. Sonra Necib, piyano çalması için Suad’a rica etti.
“Demin Süreyya’nın anlattığı bu hayatın imrendiğim huzuruna bir saat sonra nail olayım, benim de ömrümde bir gün bulunsun,” diye övgüde bulundu. Suad, şikâyet ederek uzun müddet piyanosundan uzak durduğundan hâlâ barışamadığını, notalarının karmakarışık olduğunu söyledi. Nihayet piyanonun başına geçti. İki erkek balkonda kalmış, salondan gelen piyanoyu dinliyordu. Süreyya, rüzgârın bir süre tereddüt edip durduğu bu sıcak anı, her gün böyle öğle vakti, serinliğin bitip her şeyin sustuğunu beklediği zamanı hatırlatarak, “Görüyor musun?” dedi.
Şimdi deniz dalgasız, durgun bir havuz hissini vererek sıcak güneşin altında kurşun gibi ağır uzanıp gidiyor; sıcaklık, hoş hava içinde titrek, değişken fark ediliyordu. Uyuşukluk bir dereceye gelince gözleri ağırlaşmış, manzarayı yalnız kirpiklerinin arasından süzülen bir bakışla görüyorlardı. Ve içeriden piyanonun bazen damla damla koşuşan, bazen birbirine karışarak gürültüyle yavaş yavaş yükselen, sonra birer birer süzülerek ölen sesleri devam ettikçe Necib’in düşüncesinin çok üstünde bir kendinden geçiş, onu sarmaladı.
Bu, La Traviata’dan8 bir parça ile başlamıştı; fakat Necib, sonrasını hatırlayamıyordu. Bir Andaluz serenadı gibi geliyordu. Sesler, bazen billûr gibi şakıyarak, bazen matemi sürükleyerek bazen de şevk ve sevinçle yükselip yükselip sonra umutsuzluk