Mehmet Rauf

EYLÜL


Скачать книгу

bir hale sokan zihni, yine işlemeye başlamış; yine hücum etmiş, kendisi Süreyya’ya benzemediği için onlar gibi mutlu bir evlilik hayatı kurmuş olsa bile yine bir şeyler icat edeceğini; hem bu hayatın da kim bilir ne kirli, ne acı köşeleri bulunduğunu düşünmeye başlamıştı.

      “Evet, kim bilir sizde de neler vardır? Uyuyan veya yazılmamış neler vardır?” diyordu.

      Ah, eğer Suad ve Süreyya arkalarından bastonuyla otları kırbaçlayarak gelen, ara sıra birkaç sözle konuşmalarına katılmak ya da gördükleri şeyler hakkında bir düşüncesini söyleyen, hatta şen görünen Necib’in ruhundan neler geçtiğinden şüphe etselerdi, onu ne kadar iğrenç bulurlardı ve Necib, işte kendisi de kendinden iğreniyor ve onu, asıl bu azaba sokuyordu. Yine, zihninin sesini yükselterek, “Ama herkesin hayatında da böyle başkalarının iğrenç bulacağı anlar vardır,” demek istiyordu; fakat onu öldüren herkesten çok, kendisinin kötülüğüydü. Kendine hürmet edememek kadar ona azap veren bir durum yoktu. Kendinden korktuğu, ruhunun karanlığından ürkek bir iğrenme duyduğu zamanlar, “Ah, ne kirli bir bilmeceyim!” diyerek kendisindeki bu iki ruhu, bu bazen hep mavi ve saf; fakat çoğunlukla böyle kanlı, kirli maneviyatları düşünür; içinde, kendine sürekli, “Canavar!” diye seslenen bir vicdan bulurdu. Etrafında hep kötülükler, hayvanlıklar görmesi bunları kendinde bulmak kadar onu öldürmüyordu. Kendisi, yüceliklere o kadar tutkun olduğu halde bu kötülüklerden el çekemezse başkaları ne olur, diye düşünerek kendinden kaçmak ister; masumluk, hayvanlıkla zincirlenmiş gibi, Necip’te daima boğuşur; yapmadan önce, yaparken ve hele sonra ateşler içinde yanmadan başkalarının doğal bir akışla yaptığı adi kötülükleri bile yapamazdı.

      Suad, birden döndü, “Susuyorsunuz siz,” dedi.

      Necib, bir yalan bulmak için sıkılarak, “Şu yola bakıyordum,” dedi, sonra ekledi, “Galiba gelirken gördüğümüz küçük tepeye çıkıyor… Neydi o, Serviburnu mu diyorlar, ne diyorlar?”

      Suad, şemsiyesiyle göstererek, “Şurası mı?” diye sordu. Süreyya, kopardığı bir çiçeği ceketinin iliğine iliştirmekle meşgul, “Ha, Serviburnu!” dedi. “Gidelim mi? Zannederim daha zaman var.”

      Ve oraya çıktıkları zaman rüzgârın sönmüş, denizin gümüş bir gevşeklikle bayılmış olduğunu gördüler; zeminin dalgaları dağıldıkça içeri doğru tepeler, gittikçe sıralanan bayırlar, sonra dağlar meydana çıkıyor ve her noktası tatlı yeşil bir çimenle baştanbaşa örtülü görünüyor; oradan ta Hisar’a, Kaplıca’ya kadar görünüyor, ikisi arasında akan mavi suların dumanları içinden Boğaz’ın bu kıyılarında kıvranarak dolanan yol, fark ediliyordu. Güneş, Tarabya’nın üstünde, bir aynada görünüyormuş gibi göz kamaştıran ateş beyazıyla bir güneş değil; sınırsız, şekilsiz bir cehennem levhası gibi ufku bekliyordu. Kıyıdan geçen bir römorkun ağır adımının sesi sayılıyor; ılık hava nefessiz, dalgasız uyukluyordu.

      Suad, biraz yüksek olan kenara yaklaşmış, “Oo!” dedi. Hepsi oraya gitti. Sığ sahilde kaya parçalarını gösterdi. Buranın camgöbeği kumları üstünde denizin kıvrımları gümüşlenerek parlak çizgilere dönüşüyordu. Dibindeki en ufak taşlar bile elle gösterilerek, sayılacak kadar berrak olan deniz; yeşili gitgide mavileşerek uzuyor, kırmızı rengiyle denizi boyayan dubadan sonra karşı sahile gittikçe kâh yeşil kâh mor kâh mavi olarak uzuyordu.

      Suad, gülerek ve burundaki taşları, suyun altında görünmeyen kayaları göstererek, “İşte şurası tehlike burnu,” dedi. “Bütün gemiler Boğaziçi’nin dehşetli fırtınalarında buradan korkarlar.”

      Necib sordu: “Acaba sandallar da mı?”

      Süreyya, karşıdaki Büyükdere rıhtımının önünde durularak, dere gibi sahilin bütün binalarını koynunda aksettiren denizden başını çevirerek, bakıp güldü:

      “Galiba yalnız sandallar, hatta durgun havada bile… Zannederim asıl durgun havalarda… Baksanız ya!”

      Eliyle geniş bir hat çizerek bir dalgasız denizi, bir rüzgârsız gökyüzünü gösterirken Suad gülüyor, Necib’e bakıyordu, “Gemici bey keşif yapıyor, harita çizecek olmalı…”

      Süreyya omuzlarını kaldırdı, “Unutuyorsunuz ki sandal yürümek ve bizi taşımak için rüzgâra muhtaçtır. Şimdi nasıl gideceğimizi düşünün. Bakınız, puf yok.”

      Suad dudak büktü, “Kürekleri siz çektikten sonra… Çünkü dünya şahittir ki bu işin içinde hiç suçsuz iki kişi varsa Necib Bey’le benim.”

      Süreyya düşünüyor, bir karar veremiyordu. Sonra dedi ki: “Buradan kürekle Tarabya’ya geçer, oradan bir arabaya bineriz; sandalı da bırakırız. Yenimahalle’ye ağır ağır gelsin.”

      Necib, başını sallıyordu. Acaba akıntı müsaade edecek miydi? Tarabya’ya geçmek için galiba biraz yükselmek gerekirdi. Ya sonra?

      Suad gülüyor, “Gemici bey akıntıyı unuttu,” diyor, Süreyya’nın fikrini savunmak için söylediği sözleri gürültüye, haksızlığa boğmak için uğraşıyordu.

      Süreyya haykırarak, “Yenimahalle’ye kadar çıkmak daha kolay değildir ya!” demek istiyordu. Sonra karar verildi ki bu sahilde sular yukarı olduğu için yükselecekler, oradan Yenimahalle’ye kürekle geçeceklerdi.

      Suad, şemsiyesini sallayarak, “Herhâlde şimdiden sandala gitmeliyiz, yoksa bu gidişle galiba yemeği denizde yiyeceğiz.”

      Sonra yürürken kocasının koluna girip eliyle şurada burada rüzgârla atılmış kalmış, tül dalgalar gibi olan dumanları göstererek ve gizli bir sesle sokularak, “Bunlardan korkmuyor musunuz?” diye sordu.

      Süreyya bu sesten, bu sokuluştan memnun, “İşte, kadınların gemiciliği bu kadar olur,” diye eğlendi, “Onlar sadece ağırlık vermeyi bilirler, hele yorgun olurlarsa… Başka çare yok Suad, gemici karısı gemici olmalıdır. Yoksa ben kürek çekerken sadece misafir olmayı elbet sen de istemezsin.”

      “Eğer gemicilik, rüzgârsız kalıp geceyi denizde geçirdikten sonra yağmura tutulup hastalanmaksa…”

      Süreyya gülerek, “Ah kadınlar!” dedi. “Eksik söyledin Suad, bir kere gelecek belâlardan söz ettiniz mi merdiven gibi yükselerek arkası gelmez. Hasta olmak, yataklarda sürünmek, hortlamak… Sonra… Ne bileyim, gebermek demeliydin; Allah, insanı sizin elinize düşürmesin, hele dilinize hiç!”

      Suad, kolunu kurtararak ve şuh bir gülüşle dişlerini göstererek, “Elimize mi, dilimize mi?” diye tekrar etti. “Bizim elimize ha! Ama bizim elimiz olmasaydı siz ne olurdunuz bilir misiniz?”

      Süreyya, şüphe duyarcasına başını sallayarak sordu. Suad, saydığı şeyleri anlatmak için küskünlüğünü yüzünde göstermek isteyerek, “Şu burundaki kayalar kadar vahşi, somurtkan, sümsük…”

      Süreyya kahkahalarla gülerek, “Aman neler, neler…” dedi; sonra ciddiyetle döndü, “Ya siz?” dedi. “Ya siz, ya siz?”

      Karı koca tekrar yan yana geldiler. Necib, onların söylediklerine artık dikkat etmeyerek kendi kendine: “Evet sizin elleriniz,” dedi. “Ben de onun için mi böyle vahşiyim acaba?” Sonra başını sallayarak, “Beni bu hale getiren sizin elleriniz, o sisin örülüşündeki nezakete, zarafete bakarak insanın ağlamak istediği güzel kadın elleri değil mi?” diye düşünüyordu; fakat acaba harap eden eller olduğu gibi şifa, hayat veren eller de var mıydı?

      Sonra Suad’a bakarak içinden, “Acaba senin ellerin gibi yüce eller bu yaraları sarabilir mi?” diye sordu. Eğer Süreyya da kendi gibi hayat yaralısı olsaydı Suad gibi bir kadın, öyle bir yarayı tedavi etmekte etkisini gösterecekti; fakat Süreyya kendini neşelerinde,