Mehmet Rauf

EYLÜL


Скачать книгу

“Yemek yiyelim de Beykoz’a sandalla gideriz,”dedi.

      Sandalı, kışa kadar tutmuştu. Şimdi oturup küçük bir bayrak dikmek için uğraştılar; bu uğraşıları arasında Süreyya havayı kolluyor, gittikçe artan rüzgâra bakarak seviniyordu.

      Yemekten sonra balkona çıktıkları zaman rüzgârı o kadar uygun buldu ki, bir iki saat geçirip öyle gitmek üzere verilen kararı bozdurmak için uğraşmaya başladı; fakat Suad’la Necib saat sekizden evvel çıkmamakta ısrar ediyor, gizli hileler bularak işi ertelemeye uğraşıyorlardı. Süreyya, nihayet aciz kaldı, sandal sekizden önce hareket edemedi.

      Suad, sandala girip oturunca, “Oo, büyükmüş,” dedi.

      Dışarıdan küçük görünen sandalın içi pek geniş ve rahattı. Sandalcı, yelkenleri açıp tekne, rüzgârın önüne dökülünce dubaya doğru hızla akmaya başladılar. Büyükdere’nin üstünden güneş, onları rahatsız ettiğinden Suad, şemsiyesini açtı. Bu, siyah beyaz ve kurşuni renklerden satrançlı küçük bir şemsiyeydi. Necib şemsiyeye, çarşafa, peçeye, eldivene, bu kadın şeylerindeki inceliğe, ruhunun derinliklerinde özlemle titreyen bir tutkunlukla bakıyor; sonra Suad’ın küçük, küçük bir kuş denilecek ellerinin şemsiyeyi tutuşundaki şiirselliğe hayran olarak perişan oluyordu.

      Dalgalar açıklarda büyümeye başlamıştı. Sandal, korkusuzca atılıp, ardı arası kesilmeyen suların üstünde dalgalandıkça Suad’ın gözlerinde bir bulut, bir endişe ve ıstırap bulutu duruyordu; fakat dubadan Serviburnu’na doğru bükülüp rüzgârı pupaya aldıkları zaman sallantı kesildi. Süreyya gibi Suad’la Necib’in de keyfine artık diyecek yoktu. Sandalın etrafını kucaklayan çırpıntı sesleri, tereddüt eden bir musiki gibi şakıyan su serpintisi onları oyaladı. Beykoz’un Hünkâr iskelesine vardıkları zaman yarım saat geçmişti.

      Onlar çıktığı halde Süreyya çıkmıyor, ilk hevesle sandalcıya yardım ediyordu. Suad’la Necib rıhtımdan bakıyorlardı. Sonra üçü beraber çayıra ilerlediler. Rüzgâr, önce çayırdan esinti getirmeye başladı; birçok çiçeğin, otun kokusunu barındıran bu esinti serin, taze, nemli kokuydu. Biraz sonra çayırın bir kısmını gördüler, uzaktan burası sarı çiçeklerle bir fulya tarlası gibiydi. İlerledikçe ötesinde berisinde kırmızı, mor, beyaz çiçekler de fark edildi. Bol yeşilliklerin arasında bol renkler, çiçekler tarladan taşıyor, rüzgârla dalgalanıyordu. Rüzgâr, parça parça her dalgadan güzel kokuların öpüşüyle dolup estikçe, koylarda koşuşan esintinin su üstünde meydana getirdiği titremeler gibi perişan dalgalar oluşuyordu.

      Onlar hep, “Ah, ne güzel!” diye ilerliyorlardı; fakat karşıdan görünen büyük yolun heybetli ağaçları altına gelip çayır, bütün genişliğiyle önlerine serildiği zaman sonsuz bir hayret ve memnuniyet hissettiler. Bu, dalgaların akışıyla serilen bir deniz enginliği ve büyüklüğüyle rüzgârın önünde dalgalanan çayır onları etkiledi. İlk hisleri, memnuniyetin verdiği büyülenmenin getirdiği şaşkınlık oldu.

      Çayırların içinde yürümek, otların arasında yuvarlanmak ihtiyacıyla titreyerek baharın bütün bolluğu, yeşillik ve kokusu içinde kendilerinden geçmiş olarak mutlulukla ilerledikçe derenin öbür tarafındaki tepelere doğru çayırın yeni ufuklarını görüyorlardı. Bunlar; orada küçük bir tepe, berideki çayırın arasında kıvrılan ve sonra ağaçların içinde kaybolan küçük bir yol, birbirinin omzundan bakan küçük setler, dere boyunu gölgeleyen söğütlerdi. Dere, orada hışırtısıyla, burada damlaların serpintisiyle sakinleşiyor, akıyor; bazen otların arasından fısıldıyor; sonra derinleşerek, sessizlik içinde aktığı fark edilmeyerek sanki düşünüyordu. Bazen, zevkli bir ahenkle çağlayan bir kurbağanın aralıksız ötüşünden sonra bu sessizliğin içinde, bir tek ah gibi yükselip susan sesler oluyordu. Çayırın asıl otları arasında bu yeşil zemin üstüne nakşedilmiş papatyaların; sarı, mor, kırmızı çiçeklerin birbirine karışan renkleri ara sıra yalnız bir renge bürünerek küme küme orada hep beyaz, burada hep mor, ötede hep sarı dalgacıklarla köpürüyor; dere kenarı damla damla ağlayan söğütlerin yeşil gölgeleri altında parlak yeşil çimenlerle bir seccade gibi seriliyordu.

      Süreyya: “Oturalım,”dedi.

      Necib: “Yatmalı,” diye söylendi.

      Doğrusunu isterseniz, coşan duygularının etkisiyle haykırarak bu otlara, bu topraklara karışmak istiyor, bir türlü karşı gelemediği bu istekle azap çekiyordu. Kendisini en çok hayran bırakan güzellikler karşısında daima hissettiği ezilmek, ölmek arzusu şimdi daha kuvvetli, daha dayanılmaz bir inatçılıkla onu eziyordu.

      Suad, şemsiyesine dayanarak ahenkli bir tavırla yürürken onun, kocasının koluna yaslanan vücudunu görüyor; her yerde, her zaman, aynı özlem ve vefayla bir kadının eksikliği ve ateşiyle titreyerek inlemek, düşüp ölmek istiyordu. O, her aşkta zehirlenmişti; önceden kendini bir kere görmek için canını feda etmeye razı bir iki kadın; parası mı, yoksa kendisi için mi teslim olduklarında tereddüt ettiği birkaç kız; hayvan gibi gelip ayaklarının altına, gençliğinin önüne yatan dört beş kadın… Hep öyle hürmetsiz, nefret ve aşağılama veren aşklar olmuştu. Sonra “Evlenmek mi?” diyordu. Tanımış olduğu kadınların dördü mü, beşi mi kocalıydı. Bunların kendisinde bıraktığı etkileri düşünerek, “Evlenmek!” diye omuz silkiyordu.

      Çayırın ta öbür ucundaki taş köprüye kadar ilerlediler, orada önlerine başka bir yol, yine gölgeli bir yol çıktı. Suad: “Aman biraz da buradan,” dedi. Bu, Tokat’a gidiyordu. Necib, bu yolu, sonundaki büyük ormanı tarif ederek bir kere buralara geldiğini anlatıyordu. Etraf, hep bahçeydi? İspinozlar, burasını neşeleriyle doldurmuştu. Yanlarından sessizce geçen rüzgârın yapraklarla öpüşmesinin şarkısı duyuluyordu.

      Döndüler, oradan geçen bir adama derenin öte tarafındaki yolu sordular, onun gösterdiği yerden geçtiler. Bu, derenin öbür sırtında, otların arasında kaybolmuş bir patikaydı ki, küçük söğütlerle belli oluyordu; yanı başından ince, bir kuş gibi öten ince bir su akıyordu. Burada çayır; yolun iki yanındaki ağaçların büyüklüğü, derenin yılan gibi kıvrılıp bükülen şeridi, çayırın bütün renk ve dalgacık olan yüzüyle baygın baygın serpiniyordu.

      Onlar coşkudan coşkuya, sevinçten sevince geçip neşelerinden kuşlar gibi cıvıldadıkça Necib, birçok zaman kendisini çok konuşturan üzüntüsünün ve acısının ara sıra yaptığı gibi sessiz ve karanlık, ruhunu ezen o acıklı can sıkıntısı içinde çok bahtsızdı. “Ya ben! Ben ne yapayım?” Ah, niçin o daima böyleydi? Dünyada sakinliğin ve rahatın hep kuruntu olduğunu görüp kendini üzen şeylerin de hep kendi hayalinin, kendi dileğinin icatları olduğunu düşünerek kendisine, ruhuna karşı bir şey yapamadığından, kendini iyi etmek için bir çare bulamadığından deliren bir hiddet ve öfke hissediyordu. Önce, birden uçmak için gökyüzünü yeterli bulmayan bir anlayışla, hayallerle, yüksek bir istekle, saf bir istekle boğulur; o zaman bir hiç için canını verecek hale gelirdi. Fakat sonra yine o hiçlerden biriyle uçma arzusu tamamen yaralanır, her şiiri bir yara yapan inceleme duyguları uyanır; hayatın, dünyanın, insanların, ruh ve kalbin ne olduğunu soğukkanlı, kendine karşı bile düşmanca olan bir damla şiire yenilmeyerek arzularının ne iğrenç, isteklerinin ne gülünç, başarılarının ne miskin, mutluluklarının, neşelerinin ne kadar süslü olursa olsun ne kirli olduğunu düşünmekten doğan ümitsizlik ve bezginlikle harap olur; sisli, küflü kalırdı.

      Ah, ruhunu heyecanla ara sıra ürperten o masumluk ve anlayışa her zaman meyledebilseydi. Herkes gibi o da hayatı sade, ilk renkli masum gözlerle görseydi…

      Hayat, onu kollarının arasına alıp tırnaklarıyla, dişleriyle paralayarak bu hale getirmemiş olsaydı…

      “Oysaki” diyordu.