Mehmet Rauf

EYLÜL


Скачать книгу

girmiş. Bilmem bazıları da ötede mi kaldı, konakta mı?”

      Necib notalara göz gezdiriyordu; bunların çoğu, meşhur operalardan fanteziler, potpurilerdi; fakat o kadar harap bir halde, o kadar eksikti ki İstanbul’dan gelirken birkaç yeni hava getirmeye kendi kendine karar verdi. O zaman aklına İstanbul’a gideceği tekrar geldi, saate bakarak, “Oo, saat sekiz buçuk,” dedi. “Acaba vapur kaçta var?”

      Ve Suad’ın, şikâyet eder bakışına karşılık yarı tereddütlü, “Temin ederim ki…” diye başladı. Kendini burada kalmamaya mecbur eden sebepler diye bulduğu şeyleri açıklayınca ikna olmuş görünen Suad: “Bari sizi Tarabya’ya kadar geçirelim,” dedi. Sonra yüksek sesle dışarıya seslendi, cevap almayınca sesini daha yükseltti, “Bey, bey! Uyuyor musun?” dedi.

      Şimdi rüzgâr çıkmış, balkonun bir tarafındaki tente çırpınarak patırdıyor, denizin ahenkli akışı, kesilmeyen bir sevinçle devam ediyordu. Süreyya uyandığı zaman Suad’ın fikrini pek uygun bularak, “Ne güzel, ne güzel!” dedi. Necib’in bu hareketinin bir hainlikten başka bir şey olmadığını iddia ederek, “Şimdi kalk, daha sabahleyin şikâyet ettiğin o miskin, tozlu hayata gir,” dedi, sonra Suad’a göz kırparak, “Daha doğrusu akıl da ermez ya! Yemin edebilirim, bu gece bütün masumiyetinle kız kardeşinde kalmak üzere kaçmıyorsun. O tozlu Beyoğlu’nun örümcekli bir apartmanına… Değil mi?” şakasına döndü.

      Necib, Suad’ın yanında sıkılıyor, gözüyle işaretler ederek susturmaya uğraşıyordu. Suad: “Karar verildi değil mi beyler?” dedi.

      Beş dakika izin isteyerek çekildi. Süreyya, elbisesini değiştirmek için iki dakika izin aldı ve karı koca gittikleri zaman yalnız kalan Necib, sabahleyin o kadar ayıpladığı Beyoğlu’nu şimdi ne kadar özlediğini düşünerek hayret etti. O zaman da samimiydi, şimdi de samimi olduğunu görüyordu. Kendinin böyle birbirine zıt birçok tavırlar takınıp hareketlerde bulunması, hepsinde de samimi oluşu onu, çözümünü bulamadığı bir bilmece gibi meşgul eder, iki katlı değil; yüz katlı bir kadın kalbi gibi birbiri içinde gizemli kutu olduğunu zannettirirdi.

      Önce Süreyya geldi, “Ben hazırım,” dedi. Suad da hazırlanıp geldiği zaman yol müzakeresine başladılar; o, Büyükdere’ye kadar yaya gidip oradan bir arabaya binmeyi teklif etti. Süreyya, çarşıdan geçmemek için sandalı tercih ediyordu; ikisinin de birer parça fikri kabul edildi. Sandalla Büyükdere’ye, oradan da arabaya bineceklerdi.

      Yolda çayırdan geçerken Süreyya, daha vapura zaman olduğundan söz ederek arabayı Bentler yoluna sürdürdü ve iki tarafı ağaç ve çayır olan bu yoldan giderlerken onlara uzak bir mutluluktan söz eder gibi çiftlik hayatından söz etmeye başladı.

      Necib: “Ne olsa öyle hayatlara gelemem; bana hayhuy, gürültü, sersemlik gerekir,” diyor; Süreyya, o hayatı abartılarla överek huzurlu, sakin geçecek bir çiftlik hayatı için bütün bu sahte ihtişamları feda edeceğini söylüyordu.

      Necib, Suad’ın Süreyya’ya nasıl baktığına dikkat edip, “Evet,” dedi. “Sizi oraya kadar takip edecek arkadaşınız olduktan sonra…”

      O zaman Suad’ın gözleri şefkatli bakışlarını kaybetmeksizin Necib’e döndü ve bu bakış o kadar derin, sıcak bir sevgiyle nemliydi ki Necib, ruhunun eridiğini zannetti. Mutluluk duyduğu bir heyecanla bir saniye titredi. Evet, böyle bir bakışla insan, dünyanın öbür ucuna gider, diye düşündü. Çöllere gider, dağlara gider… Onun şimdi terk etmek istemediği hayat, bir çölden başka neydi? Gölgesiz, susuz, vahasız, hatta serapsız bir çöl…

      Evet, hatta serapsız… Bununla beraber, bazen en önemsiz tebessümler, hatta kendine ait olmayan bakışlar bile ona bir şiir taşkınlığı verir; onu, canını feda etmek ihtiyacıyla inletirdi. Ah zıtlıklar, zıtlıklar… İnsan değilim, sanki bir denklemim, diye düşünüyordu.

      Ayrılırken Suad tekrar etti: “Çarşambaya, değil mi Necib Bey?” diye sordu. Süreyya, “Erken gel de Bentler’e gidelim,” dedi, sonra çarşamba günü akşam gelip, ertesi gün sabahleyin Bentler’e gidilmeye karar verildi. Necib, kalabalık içinde vapura girdiği zaman bir kenara geçip onları görebilmek için baktı. Suad, elinde küçük kırmızı şemsiyesi, arabanın içinde sadece omuzları görünen siyah çarşafıyla, arabaya yaslanmış olan Süreyya, ince uzun boyuyla o kadar mutlu, o kadar güzel görünüyorlardı ki onların yanında duyduğu mutluluktan ve huzurdan onlardan ayrılınca mahrum olmuş; o mutluluğu uzaktan görüp ne kadar yabancı kaldığını anlamış gibi üzüntülü, ayrıldığına pişman oldu. Onların salladığı ellere karşılık verirken, “Budalalık ettim,” diye hayıflandı. Onlar küçüle küçüle bir nokta kalınca azalarak nihayet ümitsizliğe dönüşmüş olan bu sevinç gibi acı, yıkılmış bir üzüntü içinde kaldı. Bu güzel geceye tercih ettiği Beyoğlu gecesini, buluşacağı kadını düşünerek geceyi miskin, kadını hayvan sayıyor; verdiği sözü unutmanın bir ihanet olmayacağını düşünüyordu. “İşte böyle,”dedi. “Kararsız, isteksiz, boş…” Başını salladı, “Ve bana evlen diyorlar,” diye güldü.

      5

      Birbirlerine, ilk günlerin şevk ve ferahlığına benzeyen bağlılıkları vardı; buraya geldiklerinden beri hayatları huzurla, hep yeni sevinçlerle geçiyordu. Süreyya’nın çocukça sevinmeleri, delilikleri oluyordu. Ve bu, Suad’ın kalbinde duyduğu sıcaklığın okşanmak isteyen coşkunluğuyla büyük bir mutluluğa istek duymasına neden oluyordu ve Suad hayatlarını düzenli, güzel yapmak için pek çok çalışarak yoruluyordu. Can sıkıntısından uzak bir ömür geçirmek için böyle uğraşıp sonra mükâfatını gördükçe Süreyya’yı böyle yeniden istekli ve çok neşeli buldukça arzusuna kavuştuğundan dolayı mutlu oluyordu. İstiyordu ki, Süreyya evde şikâyet edecek hiçbir şey bulamasın. Evdeki ilk günler hazırlık, tedarik, düzenleme ile geçince artık, birbirine benzeyen günler ardı ardına gelip geçmeye başladı; fakat bunda bile bağda geçen son zamanlara göre, yeni evli bir karı kocanın sıcaklığı ve neşesi vardı.

      Necib, bu hayatın bir başka neşesi oluyordu; bu halin bir parça yardımcısı da kendisi olduğu için onun da orada olması, sevincini biraz daha tamamlıyor gibiydi. Onun gelmesini sevinçle karşılıyorlar, dönüşünü geciktirmek için tuhaf vesileler icat ediyorlardı. O, ilk gelişinden sonra karar verildiği üzere çarşamba günü, akşam vapuruyla geldi. Cuma günü sabahleyin dönmek şartıyla kalacağını söyledi. Karı koca bu iki günü büyük bir sevinç gibi kabul etti. Onlar, daha Necib gelmeden gezintiler hazırlamışlardı. Bentlerle9 Beykoz’a gitmek istiyorlardı.

      Suad: “Şimdi Bentler ne güzel olur,” diyor, Süreyya: “Hele Beykoz Çayırı,” diye karşılık veriyordu; hemen ertesi sabah hangisine gideceklerini konuştular. Nihayet üçü de sabah erkenden, Bentler’e gitme konusunda anlaştılar.

      Erken kalkmak için erken yattılar. Ertesi gün, güneş karşıki tepelerin arkasından henüz çıkmışken üçü de hazırlanmış, sabahın sessizliğinde, geceden tembih edilip kapının önünde bekleyen arabaya bindiler. Ve bu mayıs sabahı, Bentler yolculuğu üçüne de bir seyahat hayalinin şiirini ve sarhoşluğunu verdi. Sabahın tazeliği, mayısın son günlerindeki yeşillik bolluğuyla yolun etrafındaki çayırların, bağların henüz rüzgârsız serin havadaki durgunluğun içinde yayılmak için esinti bekleyen kokuları; arasında gittikleri yeşil gölgeler, daha ilerledikçe ormanlar, kocaman ağaçların birbirine sarılmış dalları, uzakta birikmiş gölgeleriyle yeşil birer karanlık halinde görünen koruların göğüsleri; hep bu sessizlik, bu ıssızlık, bu parlak sakinlik içinde, şurada burada oynayan ışık parıltıları arasında kuşların ışık gibi süzülen şakımaları; arabadan indikleri zaman, içinde kaybolacaklarmış kuruntusunun