Mehmet Rauf

EYLÜL


Скачать книгу

Necib’e dönerek, “Görüyorsun ya azizim; ne varsa kadınlarda var,” dedi, sonra havlusuyla ağzını siler gibi yaparak ekledi, “Her şeyi bir sır yapmak inadıyla bile…”

      Öğleden sonra ne yapacaklarını konuştular. Süreyya, birdenbire, “Eyvah!” dedi. Önceki gün, bugün gelmesi için yelkenli bir sandal tembih etmişti. Çok sevdiği yelkenle gezmek için bir sandal kiralamak isteğini çoktandır söylüyordu. Sandal şimdi Moda’dan gelecekti, eğer beğenmezse geri gidecekti; bunun için verdiği sözü unutmak istemiyordu.

      “İsterseniz siz gidin, ben beklerim,” dedi. Onlar kabul etmediler. “O halde yarın sabah gideriz,” dedi.

      Necib, döneceğini söyledi. “Sen kalırsın sen…” deyince Necib, çekiniyormuş gibi başını salladıkça Süreyya: “Öyle ise zorla,” diye bağlayacağını anlattı.

      Yemekten sonra vakit, sandal konusuyla özellikle Süreyya’nın beklemesiyle geçti. Yelkenden uzun uzun söz ederek zevkleri övdü. “Deniz köpükler içinde… Rüzgâr, etrafında fişek gibi patlar… Yelkenler çırpınır… Sandal, dalgaların göğsüne sarhoş gibi yaslanmış… Uçmak da değil, yüzmek de değil. Bir hâl ki…” diye bitiremiyor, sonra dürbünü gözüne dayayıp Paşabahçe koyuna doğru araştırıyordu.

      Necib: “Ama havasız kalmamak şart,” dedi.

      Süreyya, ümidini kesercesine dürbünü bir sandalyeye bırakarak, “Oo, evet. Rüzgârsız da kaldı mı sandal ölmüş demektir; hele güneş de olursa hiç çekilmez.”

      Suad: “Ya akıntı?” diye sordu. Sonra Süreyya, buranın rüzgârından, meltemlerinden söz etti; hem onun istediği bir sandaldı. Kotra değildi. Sandalın kürekleri olduğundan sıkıya gelince başka çare olamazdı; “Fakat kotrayla iş büsbütün başka olur,” dedi. Onunla insan, denizin ortasında rüzgârsız kaldı mı suların keyfine bağlıdır, akıntı varsa çağanoz gibi yan yan akar, yoksa güneşin cehennemi altında rüzgâr bekleyerek durur. Fakat burası öyle değildi, burada rüzgâr hiç eksiliyor muydu? Bunu söylerken eliyle rüzgârı gösteriyor, “Şu rüzgâra bak!” diyordu.

      Rüzgâr, Karadeniz’in bütün öfkesi ve körpeliğiyle tepelerden koparak saldırıyordu.

      “Bu havada sandal nasıl gelir, kim bilir?” dedi, sonra akıntı burunlarını düşündü. Bir kere, gülerek, “Zamanında…” diyor, bir kere Boğaziçi’ni geçmek için iki gün uğraştıklarını anlatıyordu.

      Sandal konusu, sönen bir rüzgâr gibi, bitkin cümlelerle sürüklenerek bittiği, Süreyya’nın beklemesi artık bir söz söylemeyerek dürbünü elinden bırakmamak derecelerine geldiği zaman Necib’le Suad arasında, “Artık gelmeyecek!” sözü başladı.

      Suad: “Eğer sandal gelmezse bey, elimizden kurtulamazsın!” dedi.

      Necib’le bir olarak onu ümitsiz bırakmak istiyorlardı, sonra Suad, Beykoz’dan söz etti, orası şimdi kim bilir ne güzeldir; bu rüzgârda çayırları görmeliydi. “Bize şu fırsatı kaybettirdikten sonra…” diyerek yarı şikâyetli bir tavırla Necib’e baktı, sonra “Canınız sıkılıyor Necib Bey,” dedi.

      Necib, gülümseyerek, “Galiba biraz…” diye göz kırptı.

      “Piyano çalalım mı?”

      Bu teklifi büyük bir minnetle kabul etti. Onlar, piyanoya geçtiler, Süreyya balkonda kaldı.

      Necib, piyano sözü olur olmaz almak istediği notaları unuttuğunu hatırlayıp, “Eyvah!” dedi. Fakat bu iki gününü o kadar sersem geçirmişti ki nota düşünmeye zamanı kalmamıştı. Burada geçirdiği günün şu etkisi olmuştu ki: Hürmet ettiği ve sevgi beslediği, hürmet ve sevgi gördüğü kişilerden ayrılıp Beyoğlu’na geçince orada yaşamak onu harap ediyordu. Gelecek sefer unutmamaya kendi kendine karar verdi. Görüyordu ki, Verdi’nin birkaç operası Suad’da yoktu, ondan sonra yeni yapılmış bir iki eser de bulunmuyordu; bulunanlar arasında kullanılması mümkün olanlara da işaret koyup onları yenilemek istiyordu.

      Suad, piyanoda birkaç gam yaparak,10 “Hangi havaları seversiniz?” dedi. Necib, notaları karıştırarak gözden geçirdi ve “Aman romans olmasın!” dedi, sonra romanslar hakkındaki ilgisizliğinin hikâyesini anlattı. Elindeki kâğıtların arasından bir şey ayırıp piyanonun önüne koydu.

      Suad: “Granviya?”11 dedi.

      “Güzel!” dediler. Granviya’yı ikisi de çok seviyordu.

      Necib: “Onda her şey var,” dedi. “Şuh, çevik, üzgün, süzgün… Her tel var.”

      Granviya’dan Faust’a12 geçtiler ve Granviya’nın valsinden sonra Faust’un valsini kıyasladılar. Askerler Marşı geldi. Rigoletto Marşı13 çalındı. Necib, canlı havaları tercih ediyordu; bunun için Trovatore,14 Aida15 Marşları takip etti.

      Necib “Biraz ağlayalım,” diye Traviata’yı16 koydu. “Adiyö Del Passato,”17 “Bu Kadar Genç Ölmek”, “Ah Belki!” parçaları çalındı.

      Necib: “Verdi girdi mi iş değişiyor; fakat siz de Verdi18 tam değil,” dedi.

      Suad, bestekârların iyice bilmediği hayatlarına dair sorular soruyor; Necib, bildiği ayrıntıları söylüyordu. Öyle oldu ki, müzik susup sadece konusu devam etti. İkisi de şunda birleşiyorlardı ki, dünyada müzik gibi etkili hiçbir şey yoktur. Necib için ömrünün en tatlı zamanları, sadece çok mutlu olduğu anlar değil, müzikle mutlu olduğu zamanlardı. Bu nedenle o kadar şiddetle ve tutkuyla duygulanıyordu. Asıl, ağır müzikten anlamak için birçok senelik özel eğitime ihtiyaç olan Gluck,19 Haydn,20 Beethoven21 gibi üstatlardan söz ederek onları dinleyip anlayamadığı için üzüntülerini söylüyordu.

      Balkona döndükleri zaman saat ona geliyordu. “Hani kotra?” diye gülüştüler. Süreyya, canı iyice sıkılmış gibi, “Belli olmaz ki, belki gece gelir,” dedi.

      Suad: “Artık, herhâlde bizi evde daha fazla hapsedemez ya!” dedi.

      “Evet, çıkalım,” dediler.

      Bu sefer Kavak yoluna geçmişlerdi. Süreyya, dakikada bir arkasına bakıp kıyıları kontrol etmekten geri kalmıyordu. Necib gülerek, “Sandala mı bakıyorsunuz?” dedi.

      Suad, serzenişle, “Beykoz Çayırı’na bakmaz ya!” diye söylendi.

      Necib: “Evet, yazık oldu, görmek isterdim,” dedi.

      Süreyya öfkelendi, “İşte yarın gideceğiz ya canım!”

      Fakat Necib, erkenden İstanbul’a dönecekti; o zaman hep bunun sözü oldu. Süreyya ve Suad rica ediyor, yarın da kalması için onu ikna etmek istiyorlardı. Ve bu o kadar samimi, o kadar içtendi ki Necib, kabul etti, zaten İstanbul’a inip yine bunalacak değil miydi?

      Sabahleyin Süreyya’nın gürültüsü, bir yabancıyla bağırarak konuşuşu Necib’i uykusundan uyandırdı. Pencereye gidip baktığı zaman iskelede bir sandalla iki kişi gördü; herifler şikâyet ediyorlar, gece rüzgâr kesildiğinden Bebek’ten beri kürek çekerek geldiklerini söylüyorlardı. Bu beyaz, kaplama tahtalı, başı kıçı bir, bir sandaldı. Uzun bir seren