Mehmet Rauf

EYLÜL


Скачать книгу

çoğalmış, kadınlar arasında böylesine rastlamanın çok güç olduğunu zannetmeye kadar varmıştı. Necib, zaten pek nadir ziyaret ettiği bu aileye Süreyya’nın evliliğinden sonra daha seyrek gelmeye başlamıştı; o zaman henüz okuldan çıkmış, uzun tahsil senelerinin biriktirdiği bir koşuşturma ve ateşle yaşamaya koyulmuştu. Kadınlar hakkında pek uzaktan ve sayfalar arasında inceleme, tecrübe ve düşünmekten çok; hayallerden ortaya çıkmış yüzeysel bir incelemenin verdiği arzuyla önce, pek hülyalı fikirleri vardı. Tecrübe, kendisine acı hayal yaraları açtı ve gençliğe özgü o ateşin yönlendirmesiyle tecrübelerini, uygulamaya pek kolayca geçirerek kadınlara dair sağlam ve itiraz edilemez bir fikir ve felsefe edindi. Artık, hayat kavgalarındaki yaralanma tehlikesine karşı tamamen dayanıklı bir zırhla silahlanmış olduğuna inanarak öylece yaşamaya başladı. Bu sırada ara sıra gördüğü Suad, onun ağırbaşlılığı ve sessizlik içindeki neşesi, ciddiyet ve ağırbaşlılığa engel olmayan çocukluğu ona çok yüzeysel, çok yapmacık gelir, onun da öteki kadınlar gibi olduğunu düşünerek, Süreyya’nın ilk zamanlar gösterdiği memnuniyet ifadelerine içinden, “Çok geçmez görürsün,” diye baş sallardı. Fakat zaman geçip, bu memnuniyetin fazlalaştığını gördükçe merakı arttı; nihayet öyle oldu ki bir gün Süreyya’ya, “Sen birinci ikramiyeyi kazanmışsın, azizim!” dedi ve elini sıkarak, “Fakat birinci ikramiye de lâyık bir ele düştüğüne teşekkür etmelidir; çünkü iltifat etmediğime eminsin ya, inanmanı isterim ki birbirinize lâyıksınız,” diye devam etti.

      Şimdi köşkte hepsi: Bey, Fatin, Hacer, hatta bazen bunlara katılan Hanımefendi hep birden eğlenmek için yalı meselesini dillerine dolamışlardı. Süreyya, kâh sert kâh şakayla karşılık veriyor; sadece Fatin’e ağırca ve acı gelen bu şakalarıyla ara sıra hepsini güldürüyordu. Necib, daima tarafsız kaldığı bu konuşmaların kendi üzerindeki tesirini düşünmek isteyerek Suad’ın sessizliğine şaşırıyordu.

      Fatin, iki lokma fırsat bulup bir kahkaha salıverirken Beyefendi, sert simasıyla sessizliğini biraz bozarak, “Ben Suad Hanım’ı böyle çocukluklara kulak asmaz zannederdim,” diyor, o zaman Süreyya köpürerek, “Canım ortada bir şey yok, bir yere giden yok,” diye haykırıyor, Hacer: “Sadece gitmek isteyen var,” diye eğleniyor; Hanımefendi gülümseyerek ağır ağır söyleniyordu, “Galiba herkesten habersizce kaçacaklar. Zavallı Suad’ın suçu yok ki, götürmek isteyen Süreyya…”

      Ve Fatin, iki lokma arasında tekrar, “Ve karı, kocasına itaate daima mecburdur!” kuralını söylüyordu.

      Bu durum, dadının dönüşüne kadar devam etti. O da ancak cumartesi günü öğleyin gelebildi.

      “Senin baban kolay kolay bu kadar uğraşmazdı, ama bilmem ki ne yazdın? Üç gündür bunlar için uğraştı durdu…” diye Suad’ın eline bir zarf verdi.

      Suad, zarfın kenarını hemen yırttı. Gözlerinin dumanı arasında fark etmiyordu. Bu dolu zarfı açamıyor, eli titriyordu; sonra koştu, balkonda konuşan Necib’le Süreyya’nın arasına atıldı, “Yalıya gidiyoruz!” dedi.

      Süreyya bakıyordu, önce inanmadı, “Ne oluyor, niçin?” diye bakan bir gözle Suad’ın gösterdiği paraları aldı; sonra birden, “Bu ne? Bunlar ne? Nereden?” diye sordu.

      Suad, eliyle ağzını kapayarak, “Sus!” dedi.

      Öbürü, “Kim gönderdi?” diye sorarken, “Babam, babam!” cevabını verdi. Sonra oraya oturup alçak sesle, “Şimdi bu parayla kimseye haber vermeden gidip yalıyı tutmalı, sonra da hepsinin gözünün önünde buradan çıkıp gitmeli…” dedi.

      O zaman üç kişi karar verdiler ki yalı tutuluncaya kadar kimsenin bir şeyden haberi olmayacaktı; yalı tutulunca köşkten, sadece Hanımefendi’ye haber verilerek sıvışılacaktı ve herkes, bir sabah kafesi boş, kuşları uçmuş bulup şaşıracaktı.

      Şimdi oradaki hayatı, masrafı düşünüyorlar, herhâlde on beş lirayla idare edebileceklerini zannediyorlardı. Süreyya: “Ah bir kere oraya gidelim de aç kalalım,” diyordu, sonra Necib’e dönüp, “Artık bize misafir gelirsin,” diyor; Suad, “Elbette!” diyerek Necib Bey’i üç gündür sadece bunun için, yalı birlikte gidilip tutulsun diye alıkoyduğunu itiraf ediyor ve plânının ne olduğunu anlatıyordu.

      Süreyya seviniyor, “Ah Suad, Suad!” diyor ve sabredemeyerek şimdi gidip her şeyi onların yüzüne haykıracağını ve hepsine birden, “Yarın yalı tutuluyor…” diyeceğini söylüyordu.

      Suad: “Aman Süreyya, sabret iki gün daha…” diye yalvarıyor; Necib, zaferin tamamlanması için iki gün daha beklemenin iyi olacağını söylüyordu.

      Süreyya, çocuk gibi olmuştu, “Hemen taşınırız,” diyordu. “Hemen o gün… Aman burada bir dakika durmayalım! Şu uğursuz yerden kurtulalım. Ah ne zevk Necib, ne zevk! Hepsine birden, ‘Biz yarın gidiyoruz artık; bugün yalı tutuldu,’ demek ne zevk! Billâhi, Fatin’in lokması boğazında kalır. Gözlerinin ne hırsla açıldığını buradan görüyorum. Ah, bir kere o gün gelse o gün, o saat gelse bir kere!”

      Hemen karar verildi. Yarın pazar değil miydi? Necib ile Süreyya erkenden gidecekler, küçük şık bir yalı tutacaklardı; otuz liraları vardı. Suad: “Yetişmezse…” diye daralıyor, Necib ise garanti veriyordu, “Ötesi kolay, gerekli olan asıl şey elde…”

      Ve birden Necib, kendini hatırlayıp düşündü ki, bu işte pek yabancı olduğu için hiçbir müdahalesi olamazdı; fakat onlar kendisini o kadar içtenlikle, o kadar samimiyetle işe karıştırıyorlardı ki artık, olayların akışına isteği dışında kapılmaktan başka çaresi yoktu.

      Akşam sofraya oturup da Fatin, yine iki lokma arasında ağzı, gözleri açık olarak yalıdan bahsettiği ve yan bir bakışla Beyefendi’ye sırıtıp hoşa gitmeye çalıştığı zaman, üç günlük hezimetin acısı çıkmış oldu. Üç arkadaş, zevk içinde birbirleriyle bakıştı; Süreyya, kendini tutamayıp sakin göstermeye çalıştığı sevinçli bir sesle, “Evet, yarın gidip tutacağız,” dedi.

      Hacer gülerek, “Hangi han satıldı acaba?” diye eğlendi. Beyefendi, yemeğiyle meşgul olarak, “Mahmutpaşa’da han mı yok? Bir tanesini satmıştır,” diye mırıldandı.

      Fatin gülerek yemek arasında boğuluyor gibi, “Vallahi billâhi!” dedi.

      Süreyya, her şeyi söyleyecekti; fakat Suad o kadar derin, yalvaran bir bakışla baktı ki karşıdan Necib, Süreyya’nın dayanamayıp susmasına hak verdi.

      Yemekten kalktıkları zaman üç dost, Süreyya’nın küçük odasına geçti; balkona çıkmış olan Suad, havaya bakarak, “Hava pek kapanık, Allah vere yağmur yağmasa,” dedi.

      Süreyya artık, gülünç bir tavırla, “Ne?” dedi. “Yağmur mu? Taş yağsa vallahi yine gideriz, değil mi Necib?”

      Necib, gülerek, “Hay hay!” dedi.

      O zaman tekrar konuştular; yarın nereye gidip nasıl yapacaklarını görüştüler; Suad, Emirgân’dan aşağı olmamasını istiyordu. “Beykoz olsa fena mı?” diyordu. Necib, karşı sahili tercih ederek Yeniköy’de veya Yenimahalle’de küçük bir şey bulacaklarını söylüyor, “Oralarda, içerilerdeki evler bile yalı gibidir,” diye destek veriyordu. Suad’ın asıl istediği; sessizlikti.

      Dörde kadar konuştular; Süreyya çokça hayal kurarak yaz hayatını bin türlü sözler içinde şimdiden düzenliyor; Suad, bazı ufak görüşlerle buna başka düzenlemeler ekliyordu. Süreyya, bir sandal bulacaktı. Gülerek, “Bir de araba…” dedi. Suad, düşünceli bir şekilde başını sallarken, “Bu uzun olur, değil mi? Asıl o zaman aç kalırız işte,” diye içini çekti. Yalıda sürülecek zevklerin sınırını şimdiden aşıp,