inancında olan yok mudur? Onlardan biri bu hilal ve hâleyi görünce o sütü sağılan mahlûkun hamile olduğuna inansa yeridir. Eğer dolunaysa etrafına bir sarı hâle dağıtır ki bizim gibi mehtabın da bir âlem olduğunu bilenler bile felekte ak benizli bir kız pencereden aşağı sarkmış, sırma saçlarını çehresinin etrafına dağıtmış, yeryüzünün renklerini seyrediyor zannetse ayıplanmaz.
Mehtabın, baharla birlikte denize yansıması seyredilmelidir ki ışığının denizde açtığı yolun güzelliğinin değerini anlamak mümkün olsun. Havalar berrak, sular temiz, ay ışığının parlaklığı ise sanki nurdan dökülmüş bir peri kızı gibi anadan doğma çıplak suya girer, yüzmeye başlar. Vücuduna dokunan her katre suyken nur kesilir. Denizin içinde, hayallerin yolundan gerçeğin yolu gibi nurani bir cadde ortaya çıkar.
Biz galiba sınırı aştık. Amacımız Çamlıca’nın tarifine baharın güzelliğinden bir giriş bulmaktı; fakat yazın buluşma yerini ararken yolda çiçek toplamaktan kendini alamayan âşıklar gibi, rastladığımız birkaç taze hayali çiğneyip geçmeye gönlümüz razı olmadı. Rahatsız ettikse af dileriz. İşte, anlatmak istediğimize başlıyoruz.
Ey misâl âleminin2 akıllı seyyahı!
İlkbaharı köşk şeklinde hiç gördün mü?
İstanbul’u görenler bilirler ki Çamlıca Köşkü’nün verdiği huzurla, ruhu okşamasıyla ilkbahardan aşağı kalır yanı yoktur. Yapısı şöyle dursun, sadece bulunduğu yer, İstanbul’un en özel yeridir.
İstanbul, güzellik denizinin öyle bir melikesidir ki sadece hüzünlü sahillerine yüz sürmek, önünden akıp giden denizin verdiği huzur, (onun) dünyada eşi benzeri olmadığının ispatıdır.
İstanbul denilen güzellikler topluluğunun içinde olan her türlü nadir güzelliği bir bakışta gösterecek nokta ise Çamlıca’dır. Boğaziçi’ndeki büyük bir orman veya küçük bir körfez yoktur ki Çamlıca’dan ayaklar altına serilmesin! Başkentimizin Beyoğlu gibi, Galata gibi, Babıâli civarları gibi, Bayazıt gibi hangi şenlikli, eğlenceli tarafı, kendini Çamlıca’nın bakışlarından saklayabilsin. İstanbul’daki eski eserlerden ve meşhur binalardan hiçbiri var mıdır ki (onları) Çamlıca’nın tasvirine almak mümkün olmasın?
Çamlıca, ibretle görülecek öyle bir yerdir ki ilkbaharda insan, çeşmesinin yanına çıkıp, başını kaldırarak etrafına bakınırsa doğal olan, olmayan yüz bin çeşit güzelliklerden meydana gelmiş başka bir âlem görür; insanın gözbebeği de o güzellikler âleminin, olağanüstü bir ustalıkla bir tek noktaya sığıştırılmış haritasına döner. Bir de gözünü aşağıya çevirince parlak bakışları, dünyadaki her türlü çiçeğin bir araya toplandığı bir bahçeye düşen balarısı gibi çiçekten çiçeğe dolaşarak, bir meyveye konarak deniz kenarına yavaş yavaş gidinceye kadar güçten düşer.
Çamlıca’ya cennetin yere inmiş bir parçası denilse yeridir. Allah, yeryüzündeki hayat suyunu yaratmayı isteseydi, o özelliği Çamlıca suyuna verirdi.
Bundan yaklaşık sekiz yıl önce orada güneşin doğuşunu seyretmiştim. Gökyüzünden yeryüzüne nur yerine ruh yağıyor sandım.
Seyir yerlerinden hoşlanmam. Tatil günleri, kuru bir unvan için cellat kemendine benzeyen o sıkı boyun bağını takarak, ayaklarına da süslü tomruk denilebilecek bir çift dar potin giyerek, sabahtan akşama kadar arabanın arkasında dolaşmak ve akşamdan sabaha kadar da bademcik iltihabının eziyeti ve nasırın sancısıyla yatakta inlemek gibi şeylerde bir eğlence görmem. Hele cuma ve pazar günleri Unkapanı’n-dan bir kayık tutup da yolda seksen kayığa çarparak, doksan tehlike girdabından geçerek o nazlı Kâğıthane deresine girmekle tozdan dumandan oluşan kalabalığa veya daha doğru benzetmeyle “Kork, kork ki eceli gelmeyen genç gibi toprağa gömüldün!” mısraına uymak gerekiyormuşçasına mezarını omzuna almış bir cadı şekline girmek, sonra da bu durumun adını eğlence koymak aklımın erdiği şeylerden değildir. Fakat ne yalan söyleyeyim; cuma ve pazardan başka günlerde, açık veya hafif bulutlu, fakat yağmursuz bir havada Boğaziçi’nin hemen her tarafını ve özellikle baharda Çamlıca’yı severim.
İnsan, medenî dünyanın lezzetlerine ne kadar alışsa da yine arada sırada kırlarda dolaşma isteğini aklından çıkaramıyor. Şimdi, güneş batarken bir su başında, bir çimenlikte, bir ağacın altında oturup tabiatın o hüzünlü maneviyatını izlemek; şehirlerin, evlerin hangi eğlencesine tercih edilmez? Şehirlerin o kasvetli havasından, o tekdüze manzarasından ara sıra kaçarak rüzgârın çiçeklerden parça taşıyan kokusunu solumayı gönül nasıl istemez? Kırların birbirinden farklı nice rengine ve şekline dalmayı hangi bakış arzu etmez?
İşte, genellikle insanları saran bu gezinti ve seyir merakı, aşağıda durumundan söz edeceğimiz Ali Bey’de de doğal olarak vardı.
Gençlik gününün sabahı ağardı,
Fitne günleri geldi, belalar uğurlu olsun
Ali Bey, zenginlerin çocuklarından yirmi bir, yirmi iki yaşında bir delikanlıydı. Anasının, babasının bir tanesiydi. Özellikle babası, evlat değerini gerçekten bilenlerden olduğundan, İstanbul’da bulunduğu halde (Ali Bey’in) tahsiline, eğitimdeki gelişmenin son aşamasına varmış olan yerlerin soyluları kadar özen gösterildi. Çocukken birkaç dil biliyor, edebiyatçılar arasında yeni yetişenlerin en bilgilisi sayılıyordu. Hele babası, bizim taraflarda örneği pek az görülen yumuşaklık ve şefkatle, yaradılışında olan saflığa ve nezakete o kadar önem vermişti ki terbiyesine, davranışlarına bakanlar onu, adeta bir melek zannediyorlardı; fakat zavallı babası sağ olduğu sürece ciğerpâresi için daima büyük bir endişe içinde oldu; çünkü çocuk, sarı benizli, fazlasıyla sinirli, bununla beraber kanı da kaynıyordu. Güçlü terbiyenin, yumuşak davranışların etkisiyle öfkesini yener gibi olduysa da o huyun bir diğer sonucu olan bazı konulara, düşkünlüğe ve tutkuya esir olduğu hemen her halinden anlaşılıyordu: Her neyi merak ederse bütün dünyayı unuturcasına kendini ona veriyordu. Bir şeyi arzu eder de onun gerçekleşmesi sırasında bir engelle karşılaşırsa amacı ne kadar az olursa olsun (o şeyi) ele geçirmek için o yolda en büyük fedakârlıkları yapmaktan çekinmiyordu, hatta küçük bir isteğinden dolayı mutsuz olunca günlerce hastalanıyor, geceleri gizli gizli ağlıyordu.
Babası ise dünyada hem en büyük olgunluğun hem de en büyük eksikliklerin sebebi olan bu inatçılık huyundan çocuğu vazgeçiremediği için o tarafını daima tahsil ve terbiyeye yönlendirerek oğluna bir faydası olsun istedi. Gerçi Ali Bey, babasının hayatında ve hele on dört, on beş yaşına girdikten sonra dünyada, eğitimden başka söyleyecek, arzu edilecek bir şey bulamaz olmuştu. Dünyayı unuturcasına meşgul olduğu şey, sadece dersleriydi. Küçük amaçlar için büyük bir fedakârlığı göze alarak baskısı nadir bazı kitapları, değerinin kırk-elli misline alıyordu.
Hastalanırsa bir konuda yenilgiye uğradığı için hastalanıyordu. Ağlarsa okuduğu şeylerde zor bir meseleye rastlayıp da onu halledemediğinden ağlıyordu; fakat bu gelişim dönemi, onun gibi sabretmeyi sevmiyordu. Çocuk, yirmi yaşına girer girmez var olma nedeni, fikirlerinin öğretmeni babası ölünce Ali Bey’in hayatında birbirini takip eden çeşitli değişimler, çeşitli belalar ortaya çıkmaya başladı.
Gençlik zamanında aşktan niçin utanmalı?
O acayip durum gençlik günlerinde lazımdır
Çocuğun yaradılıştan gelen hüzünlü hali baskın olmakla beraber; aldığı terbiye, vicdanını daha da hassaslaştırmıştı. Bununla birlikte var olma nedenini,