Namık Kemal

İNTİBAH


Скачать книгу

rel="nofollow" href="#n6" type="note">6 ile inmeyi düşünerek yola çıktı. Hemen kendini Çamlıca’da buldu. Sanki aradaki mesafe yok olmuş veya yürüdüğü yollar uykuda geçmişti.

      Ayrılıkla çifte akan bir nehir oldu gözlerim,

      O fidan gibi sevgiliyi hayli zaman oldu gözlerim

      Heyhat! İnsanın bin türlü isteğinin her gün kaçı gerçekleşir? (Ali) Bey, Çamlıca’ya ulaştı. Ancak oralarda gözüne çarpan şey, arabadan aldığı işaretin hüzünlü hatırası oldu.

      Öyle bir vakitte kalem kimin aklına gelir? Çeşmenin yanındaki ağacın altında bir sandalyeye oturdu. Vaktinin bir kısmını, sevdiğini başkalarının arasında görmüş zavallı bir âşık gibi şaşkınlık içinde geçirdi. Öyle bir haldeydi ki yüzündeki renksizliğe, vücudundaki hareketsizliğe bakılsa taş kesilmiş sanılırdı. Sonra yüzü birdenbire kızarmaya, vücudunun her bir azası başka şey istiyormuşçasına ayrı ayrı titremeye başladı. Yerinden fırladı. Sevgilisiyle buluşma sözünü unutmuş bir âşık gibi şiddetle, hızla etrafı dolaştı. Öyle bir haldeydi ki yüzündeki ateşe, hareketlerindeki aceleye bakılsa oraya insan görünümünde yıldırım düşmüş sanılırdı.

      Aradığını hâlâ bulmak ve sonra İstanbul’a inmek isteğindeyken ufuktan Çamlıca’nın üstüne bir karanlık çökmeye başladı. Öyle bir karanlık ki, her insan için ömründen zaman geçtikçe ortaya çıkması muhtemel olan bir şüphe perdesi gibi ağır ağır geliyor; fakat dakikadan dakikaya yaklaşıyordu.

      (Ali) Bey ise o karanlığı gördükçe yorgunluktan gözleri kararıyor zannetti. En sonunda, kumru göğsü gibi her renginden başka renkler meydana getirmek şanından olan günbatımı işaretleri görünmeye başladı.

      Ali Bey, o yaşa gelinceye kadar hiçbir akşam bir yerde kalmamış, annesini de buna alıştırmamış; bir gün bile sebepsiz yere kaleme gitmemezlik etmemiş; kısacası, alışkanlıklarından ve kurallarından dışarı çıkmamış bir çocuk olduğundan yirmi yıllık ömründe hiç karşılaşmadığı bir zorlukla karşılaşınca o kadar telaşlandı ki halini görenler, ölmek üzere olan bir hastadan farkı olmadığını düşünürlerdi. İnsan, garip bir hayvandır ki her şeye alışır, alışmadığı her şeyden korkar, hatta bazı kereler o kadar korkar ki ölümü, dünyadaki sonsuz mutluluğa bile tercih eder. (Çok kuvvetli bir ihtimal ki, ölüm korkusunun çoğu insanı esir almasının nedeni, ölümün bir insana bir kez gelmesi nedeniyle ona alışılmasının mümkün olmamasındandır.)

      Bey, o telaşla evine gün batımıyla beraber döndü ki yüzü, batmak üzere olan güneş gibi hem ateşler içinde kalmış hem de sararmıştı.

      Kapıdan girer girmez herkesten önce annesine rastladı. Yavrusunu arayan ceylan gibi bir adım attı, dönüp etrafına baktı. Beyi görünce öfke yerine öyle bir gülümsedi ki oğlunun, henüz kucağındaykenki ilk gülümsemesini gördüğü zaman bile belki bu kadar sevinmemişti. Bu kadar sevincin yanında, sitem etmekten de kendini alamadı:

      “Aliciğim! Beni bu hallere düşürmek insaf mıdır? Nerede kaldın?” Hüzün ve telaştan oluşan birtakım sözlerle boynuna sarılmaya, yüzünü gözünü öpmeye, koklamaya başladı.

      Ali Bey’in cevabı ise: “Telaş etme anneciğim! Şimdi yukarı çıkalım da sebebini söylerim,” oldu; fakat ne söyleyeceğini de bilmediğinden merdiven, gözüne darağacı gibi görünüyor, gönlünü saran sıkıntıdan dolayı o zamana kadar çektiği üzüntünün hepsinden daha çok eziyet çekiyordu; çünkü bu zamana gelinceye kadar asla başvurmadığı yalana başvurmaktan başka hiçbir şeyin annesini ikna edemeyeceğini düşünüyordu. Ona göre hem yalan söylemek hem de önceki yalanıyla dünyada herkesten aziz bildiği annesini aldatmak ölümden beter bir azaptı; ama zavallı ne yapsın? Doğduğu günden beri alışkın olduğu utanmayı bırakarak namuslu bir kadına gerçeği nasıl söyleyebilirdi? Annesinin endişeleneceğini düşünerek düştüğü felaketi ondan saklayacaktı. Mecburen, “Faydalı bir yalan, fitne çıkaracak doğru sözden daha iyidir” meşhur sözünü, utanmayı bırakıp ve elbette (annesini) üzeceğini bildiği için titreyerek söylediği sözler, dudaklarını yakarcasına ağzından döküldü:

      “Kalemde işimiz çok. Vapura yetişemedim. Belki yarın da yetişemem, merak etmeyin,” dedi.

      Söylediğine hemen pişman oldu; çünkü babası, ona daima: “Halka söylemekten utanacağın bir işi yapmaktan nasıl utanmazsın? Sen herkesten alçak mısın ki, yaptığın bir işi ötekinin berikinin bilmesinden dolayı utanmak gereksin, yalnızca sen bildiğinde ise utanmak gerekmesin,” derdi. Bir kere de: “Sevdiğini üzmemek için doğruyu gizleme; çünkü bir zaman gelir ki sevdiğin o gizlediğin şeyi öğrenirse (senin) korktuğundan daha çok üzülür,” demişti.

      Ne faydası var ki memleketimizde herkes ve özellikle kadınlar, büyüklüğün ancak devlet hizmetinde çalışmakla olduğunu zannettiklerinden annesi, (Ali) Bey’in ağzından “Kalemdeki iş,” sözünü işitince (bu durumu), ciğerpâresinin iş yerinde makamca yükselme başlangıcına yorarak sevincinden yerinde duramadı.

      Çırpınarak: “Allah makamını artırsın, kal iki gözüm, gerekirse yine kal. Ben merak etmem. İnşallah seni çok önemli, çok büyük bir adam olarak görürüm. O büyüklüğüne yolun açılsın da ben gecelerce hasretine tahammül ederim,” demeye başladı.

      Bu sözler de Ali Bey için yeni fikirlerdi; çünkü o, kalemine, hizmetine ve tahsiline çok düşkünse de işini kendince bir görev olarak biliyor ve o görevi zevk alarak yerine getiriyordu. Yoksa makam sahibi olmayı, yükselmeyi hiçbir zaman düşünmemişti. Bu zamana kadar görevini gayretle ve titizlikle yaparak insanlar arasında gerçekten insan gibi büyümüş bir delikanlı, bir-iki gün içinde kadınların peşinde gezmek, yalan söylemek, annesinde makam mevki hırsı görmek gibi üç garip şeyle karşılaşınca düşünceleri de birkaç şiddetli rüzgâra birden kapılan bir gemi gibi yalpalamaya başladı. (Şu anda) en büyük isteği annesine doğruyu söylemekti; fakat sonunda sevda hevesi, her durumda üstün geldi ve annesine doğruları anlatamadı.

      Gece ile sabahın arasındaki geçimsizlikte bir savaş var,

      Acayip askerleriyle bize hücum eder

      Uyku saati gelip bey, odasında yalnız kalınca vücudundaki kan, elektrik akımı gibi harekete başladı. Sanki her damarı, bir telgraf teliydi de beynine ulaşınca yıldırımlar saçıyordu. Uyumak istiyor, uyuyamıyordu; düşünmek istiyor, düşünecek bir şey bulamıyordu. Yirmi yıllık ömrünün tecrübeleri, gözünde bir hayal gibi kaldı.

      İki günde meydana gelen olaylar nedeniyle düşünemiyor, tam bir şaşkınlık haliyle dolaşıyordu. Sanki gözleri açıkken uyuyor, uyanıkken sanki rüya görüyordu.

      Bilmem geceye hiç dikkat ettiniz mi? Yeryüzüne bir kere karanlık çökünce odanın kapısı, penceresi bir kere kapanınca yalnızlığın vahşeti düşünceleri, kalbi sarar, dünyada varlıkla yokluğun hiçbir farkı kalmaz. Ne tarafa bakılırsa bakılsın hiçbir şey görünmez; ses işitilmez, dostla düşman görünmez. İnsan uyuyabilirse Beliğ’in:7 “Can parasıyla bu âlemden ucuz kurtuldum,” sözünü tekrar ederek mezara girenler kadar mutlu olur, olsa olsa rüya görür. Rüya ise ne kadar eziyetli olursa olsun sonunda bir, iki saat sürer. İnsan, uyumayı başaramazsa doğal olarak – belki zorunlu olarak – nefsini ve benliğini ister istemez gönlünün içinde saklar; vücut, ruha mezar olur; adeta bir kabir azabı başlar.

      Öyle bir durumda insanın aklından, hayallerinden neler geçmez! Öyle bir uykusuzlukta, düşündüğü her şeyi yapabilir mi? Mezara girdiği zaman sorgu meleklerine cevapları kendi isteğiyle verebilecek olan var mıdır?