birçok gerçeği anlayan bir kadındı. Kocasının ölümünden dolayı kendini keder ve üzüntüye salarsa ciğerpâresini de kaybedeceğini ve ölülere ağlaya ağlaya dirileri göremeyecek bir hale gelmenin onlara faydasız olduğunu bildiğinden sabır göstererek hüznünü ve kederini gönlünde saklıyor ve böylece, kocasının yokluğuna ağlamak gibi en doğal hakkını, bir suçmuş gibi saklamaya mecbur oluyordu. Yüzüne yerleştirdiği acı dolu tebessümleri, sevinç gülümsemeleri şeklinde gösteriyordu.
Çocuğunu, düştüğü kederden kurtarmak için bin türlü vesile düşündüğü sırada evlerine yakın Çamlıca’yı da hatırladı.
Nihayet mayıs başlarında bir çarşamba günüydü. Gökyüzü, zümrütten dökülmüş bir aynaya benziyordu. Hafif bir kumaştan örtü çekilmiş gibi beyaz bir bulut üzerini kapatmıştı. Güneşin ışıkları, yumuşak huylu bir genç kadının pırıltılı yüzü gibi dokunduğu yerleri aydınlatıyor; fakat yakmıyordu. Ağaçların – gölgesinde yeşillikler nazlı nazlı salındığı için – yukarıdan aşağıya küçümser gibi bakışları tuhaf görünüyordu. Rüzgâr, memedeki çocuğunun uykusunu izleyen bir annenin nefesinden bile hafif esiyordu. Havanın ve kırların bu güzelliğini görünce annesi ricalar, dualar ve ısrarlarla Ali Bey’i Çamlıca’ya doğru çıkmaya ikna etti.
Gezintiye ilk gittiği gün oralar, çocuğa pek yabancı göründü, hatta ikinci, üçüncü defa da çocuğu yalvararak, zorlayarak çıkardılar; fakat Ali Bey, gide gide Çamlıca’ya alışmaya başladı. Birkaç gün ardı ardına gezintiye çıkmazsa sıkılıyordu.
İnsan, tabiatın ne garip bir oyuncağıdır ki Ali Bey, en değerli varlığının ölümünden dolayı kederliyken hayatın gözle görünür eseri olan medeniyetten kaçıp her karış toprağında nice vücutların gizli olduğu, ölümün gözle görünür hali olan kırlarda gezip eğlenmek istiyordu.
(Ali) Bey, yaradılışında olan bir şeye fazla düşkünlüğü nedeniyle iki günde bir kere Çamlıca’ya gitmeyi bir gereklilik olarak değerlendiriyordu; fakat bu gezintilerdeki amacı, kalabalıktan kaçmak olduğu için tatil günlerinde bu eğlencesinden geri kalıyor; dolayısıyla cuma ile pazar günü, onun için alışılmışın dışında çalışma günleri oluyordu.
Bir gün kalemdeki arkadaşlarına Çamlıca’ya olan ilgisinden söz ederken arkadaşları, orada bir ziyafet istedi. O da memnuniyetle kabul edip: “Yarından tezi yok buyurun,” deyince -sohbet salı günü olduğundan – arkadaşları gülüşmeye başladı.
Ali Bey ise bu gülüşmelere bir anlam veremeyerek sebebini sordu. Onlar da neye güldüklerini söylediler. Onlara göre cuma ve pazardan başka günlerde Çamlıca tenha olduğundan eğlenmek mümkün değildi. Her ne kadar eğlenceden amaç, kalabalık seyretmekse de İstanbul ve Beyoğlu sokakları dururken Çamlıca’ya gitmeye hiç gerek olmadığını anlatmak istediler, ne kadar çok söz söylediler, ama (Ali) Bey’in alışkanlığına karşı gelemediler. Kalemde çalışanlar arasında alışılmış olduğu üzere (Ali Bey’le) görünürde samimi, gerçekte hiç görüşmeyen beylerden bazıları, Ali Bey’in böyle tenha bir günü teklif etmesini ve bu teklifte ısrar edişini, ziyafetten kaçtığına yorduklarına dair birtakım kinayeli sözler söyledikleri için çocuk, istediği için değil, utandığından daveti cumaya erteledi.
Annesi ise, öyle bir günlük eğlenceden gelecek felaketlere ihtimal vermediğinden oğlunun, insan içine karışarak vakit geçirme isteğini görünce ciğerpâresi dünyaya yeniden gelmiş gibi memnun oldu.
Cuma günü, kararlaştırıldığı üzere (Ali) Bey’in arkadaşları saat üç4 sıralarında İstanbul’dan Üsküdar’a geçti. Sabah kahvaltısından sonra Ali Bey’in evinde bekleyen iki arabaya binip doğruca eğlence yeri olan Çamlıca’ya gittiler.
Bir süre çeşmenin başında oturdular. Ali Bey, tabiatın rengârenk güzelliğini; diğer beyler de renkli ferace ve boyalı yüzleriyle – baştan aşağı çiçeklerle donanmış ağaçların, rüzgâr estikçe öteye beriye salınışına benzeyen – hanımların işvelerini, cilvelerini izledi. Saat yedi buçuk, sekize kadar böyle eğlendiler.
Bu vakitler Çamlıca’nın en civcivli zamanıydı. Birbiri ardınca akıp gelen yaşmak5 kalabalığından dolayı yollar, köpükler içinde kalmış coşkun bir seli andırmaya başladı. Beyler de oturdukları yerden kalkıp hanımların arasına karıştı. Her biri, belki bin tanesine tutkunluğundan, ondan başka kimseyi sevme ihtimali olmadığından, yoluna ölmeyi canına minnet sayacağından; kısacası, dünyada ne kadar soğuk yalan varsa hepsini söylediler.
Bu haller ise Ali Bey’in yaradılışıyla, terbiyesiyle bağdaşmadığından adi bir felakete uğramışçasına bu eğlenceden üzüntü duydu; fakat memleketimizin hali malûm. Arkadaşlar arasında, kalbin üzüntülerini samimî olarak açıklamamak görgü kuralı sayılıyor. Eğlence gibi şeylerde bile, beğenmediği bir durumu beğenmiş gibi görünmek insanlık vazifelerinden sayılıyor. Zavallı çocuk da çoğunluğa uyarak gönlündeki ıstırabı sevinç şeklinde göstermeye çalışmaktan başka çare bulamadı. O da arkadaşlarıyla beraber öteye beriye gezinip dururken arkadaşlarından öğrendiği şekilde, içindekilere hiç dikkat etmeden bir arabaya işaret etti; fakat arabadan karşılık almadı. Bu durum ise namuslu bir ailenin arabasına sarkıntılık etmişçesine (onu) utandırdı, kanında ortaya çıkan ateşin, vücudunu eriteceğini zannetti.
Öyle bir yerde ve öyle bir durumda özür dilemeye de imkân bulamadığından hüzünlü bir bakışla üzüntüsünü bildirmek istedi. Kirpikleri birbirinden ayrılıp da o tarafa bakar bakmaz arabanın perdesi açıldı, anlamadığı bir işaret yapıldı ve perde hemen kapandı.
Bilinen odur ki, ciddi şeylerin birçoğu uysallıktan doğar. Bu nedenle zavallı delikanlının, arkadaş hatırı kırmamak için yaptığı bir hareket yaşamını, can yakan bir felakete çevirecekti.
Arabadan edilen işaret (ona), namus perdesinden istemsizce yapılmış bir hoşlanma belirtisi gibi görününce kalbi ve aklı bununla doldu. Birkaç dakika içinde dünyadaki tek amacı, aldığı işaretin anlamını ve sahibini öğrenmek oldu.
Bununla beraber, kendini kontrol ederek durumunu arkadaşlarına sezdirmedi. Çamlıca’da bulunduğu süre içinde herkese eğlendiğini gösterdi; fakat aklında, o işareti anlamak için, Mısırlıların yazısını hiçbir şey bilmeden okumaya çalışan âlimler gibi her şekilden nice anlam çıkarmaya uğraştı; fakat zihnini yordukça o bilinmezin çözümünde zorluklarla karşılaşıyor; zihnindeki yorgunluk artıyor, hayalleri ise bu kısır döngü içinde hayran hayran dolaşıp duruyordu.
En sonunda, bereket versin ki geri döndükleri sırada başka bir arabadan, yine aynı işaret yapıldı. Güya yeni girdiği bu ortamda bilgisini, görgüsünü ilerletmeye çalışıyormuş gibi davranarak işaretin ne anlama geldiğini arkadaşlarından birine sorabildi ve işaretin, “etrafta başkaları varken haberleşmek doğru değildir,” demek olduğunu öğrendi.
Bu bilgi üzerine işaret eden kadının namuslu olduğuna inancı bir kat daha kuvvet buldu. O kadar tecrübesiz bir çocuk, namuslu bir kadının böyle işaretlerden doğal olarak haberdar olamayacağını nereden bilsin? Çocuk, bu düşüncelerle evine gelerek sabahlara kadar arabadaki hanımı, zihninde bin şekle koydu ve hiçbirinde gönlünün arzuladığını göremedi.
Sabah olunca yaradılışında olan çabuk anlama yeteneğiyle kendini toparlamaya ve böyle bir gün içinde o kadar senelik ömründen vazgeçirecek şekilde kalbine hücum eden endişeyi bir tarafa atmaya karar verdi. Evden bile bu niyetle çıktı, hatta yolda Çamlıca tarafına bakmak bile istemedi; fakat zavallı ne yapsın ki daha arkadaşlarıyla gittiği