Sami Şemsettin

TAAŞŞUK-I TALAT VE FİTNAT


Скачать книгу

yaşına vardi. Şimdi evlendirmeli; eve galin getürmeli. Allah saklasın, şocuğu aldadub da bir yere iş guvaysi alurlarsa biz ne yabar? Bir evde iki ihtiyar kadin… Galin evin şenlıgidir. Bu şocuğu evlendirelim,” dedi.

      “Yok, yok dadı! Korkma, benim Talat’ı görmüyor musun ne kadar usludur. Beni ne çok seviyor. O beni bırakıp da hiç iç güveysi olur mu? Onu sen hiç merak etme. O benim bileceğim şeydir. Talat daha çocuk. O yaşta çocuğu evlendirmek hatadır.”

      “Ah hanim, bu İstanbul fena… gızlar, hanımlar incecik birer yaşmakla şıkar, gazar. Guzel şocuk gorur, aşinalık eder. Şocuk da ne kadar olsa şocuk, aldanur da ben korkar hanim… Ben şok korkar. Bugun Talat Bey şok duşunur. Hasta değil ha! Ben sana soyler hasta değil, amma başinda sevda var. İşte ben bunu hanima soyler. Yine sen bilür, ben boyle anlar.”

      “Aa, dadı! Sen ne söylediğini bilmiyorsun! Bilinmeyenden haber vermek istiyorsun. Oğlum öyle şeylere aldanmaz. Yok yok! Talat’ım usludur. Ah, çok hoşnudum oğlumdan. Allah bağışlasın, zamane gençleri gibi değil. Ah, rahmetli babası can çekişirken Talat’ı iki gözünden öpüp bana, ‘İşte bu çocuğa beraber terbiye verecektik; fakat ne çare, buna kader izin vermedi, bunun terbiyesi sana kaldı. Gevşeklik gösterme,’ diyerek bir eli çocuğun yüzünde ve diğer eli benim elimde olduğu halde can verdi. Talatçığım o vakit altı yaşındaydı. Zavallı babası ne kadar seviyordu. Zavallı, hasret gitti. Daima Cenâb-ı Hakk’a dua ederdi ki ‘Bu çocuğu terbiye edip okutmak için hiç olmazsa çocuk yirmi yaşına varıncaya dek bana ömür bağışlasın.’ Ne çare, kaderi öyleymiş, nur içinde yatsın. Hele bin kere hamdolsun, Talatçığım babasının istediği gibi terbiye edildi. Ah dadı! Allah’a şükredelim böyle çocuk İstanbul’da nadir bulunur ya da hiç bulunmaz. Sorsana bir defa, komşuların çocukları böyle mi? Her gece evlerine geliyorlar mı?”

      “Allah’a emanet. Allah bağişlasın. Ben onu demez, amma bizim mamlakatta şocuk on beş – on altı yaşında evlenür. Heb böyle. Bu İstanbul’da otuz yaşinda, kırk yaşinda evlenür. Talat Bey şimdi kaş yaşindadir?”

      “İşte şimdi nisan çıksın, mayısın beşinde on dokuza basacak.”

      “Maşallah! Vakti gaşmiş. Bizim mamlakatda olaydi, dört sene evvel evlenürdü. Ah hanim nasıl geşiyor zaman! Nasıl geşiyor zaman! Su gıbi geşiyor zaman! Ben galdi, iki sene gaşdi Talat Bey doğdi.”

      “Demek oluyor ki, senin geldiğinden sekiz sene sonra ben dul kaldım.”

      “Ya…”

      “Talat’ın babasını iyi bilirsin öyleyse.”

      “Nasil bilmez? Rahmet canina, şok eyi insandi. Ah melek gıbi insan! Hiş bir vakit bana bir fena soz soylemedi. Kaş sene oldi, şimdi hanım ben galdi?”

      “İşte yirmi bir sene oluyor.”

      “Yirmi bir sene! Ah ya Rabbi! İhtiyar oldi, gıtdi.”

      “Kaç yaşında varsın acaba dadı?”

      “Ne bilür ben hanim. Ben ufak kızdi, mamlakatda ana var, baba var, karindaş, buyuk kız karindaş, ev dolu benim. Bir gun ben, başka kızlar beraber seyre şıkdi. Kasabadan uzak, uş saat, dört saat uzak. Orada uş adam galdi. Ecderha gıbi at binmiş. Uzun sungu elde, bizi aldi, amma aldatti bizi, ‘Anaya gıder, babaya gıder,’ dedi. On gun, on beş gun gitdık. Mısır’a galdik. Ah Mısır! Buyuk kasaba, guzel! Başka kızi Mısır’da satdi, beni aldi, gamiye koydi, Tunus’a goturdi. Tunus da guzel kasaba… Ah, Tunus’ta beni satdi, bir efendi aldi! Bu-yuk efendi, buyuk saray var. İki yüz halayık Arab… Bayaz… Uşak, kul şok… Atlar ne kadar… Ne kadar… Kırk sofra, elli sofra kurulur her gun. Orada yırmi sene oturdi ben, sonra azad oldi, buraya galdi. Şimdi kaş sene oldi hanim aman?”

      “Peki, yirmi sene Tunus’ta oturdun, yirmi bir sene de burada, oldu kırk bir. Seni esir tuttukları zaman kaç yaşındaydın?”

      “Ah hanim, ben ne bilecak? Ben kızdi, ufacık bir kız. Ben mamlakati az hatırlar, amma baba, ana beni şok sever o vakit. Bana gerdanlik yabmiş, küpe yabmiş, bilazik yabmiş. Heb gumuş, bayaz, şok zengin var bizim mamlakatda. Şok mal, deve, koyun ne kadar… Ne kadar, amma bu koyun gıbi değil, buyuk koyun bizde. Dört okka3 beş okka süt bir koyun.”

      “Demek oluyor ki tahminen on – on bir yaşında olacaktın.”

      “Ha, ha oyle! On, dokuz, on bir ne bilür?”

      “Öyle olduğu halde elli-elli iki yaşında olacaksın dadı; fakat göstermiyorsun. Genç gibi görünüyorsun. Maşallah kuvvetin de var.”

      “Şukur, şukur, amma ihtiyar ben şimdi hanim. Elli yaşinda. Ah, ne yabalim! Allah iman bağışlasun. Mezara imanla gıt-sin ya Rabbi! Ah, bu dunya ruya gıbi geşiyor. Ahret baki. Biz dunyaya dalar; Nekir’i, Munkir’i 4 unutur. Ah, ah ya Rabbi! Ne cevab verecak biz sana!”

      Dadı hiçbir zaman yaşını hesap etmemiş olmakla, kendini genç biliyorken elli-elli beş yaşında olduğunu anladığı gibi umutsuzluğa kapılıp kendi kendine:

      “Elli sene! Ah elli sene! Ne vakit gaşti!” diyerek içini çekmeye ve dualar okumaya; hanım da dikişine başladı.

      Talat Bey kapıdan girip, “İşte ben gidiyorum anne,” diyerek annesinin elini öptü.

      “Nasılsın oğlum, baş ağrısı hafifledi inşallah?”

      “Deminki gibi değil.”

      “Oh, hamdolsun!”

      EVLİLİĞİN DURUMU

      Talat Bey çıkıp gittiği gibi dadı elli yaşını, mezarını, Ne-kir’i, hepsini unutup bu vesileyle söze başladı:

      “Gal hanim bana bir kare gonül yap. Şu şocuğu evlendirelim. Bir galin eve gatirelim. Ah ganc adam başka, Talat Bey burada; ev guler, Talat Bey gıder; ev cehennem olur. Sen ihtiyar, ben ihtiyar; ihtiyar gulmez ki. Ah ihtiyar ne gulsün. Bugun burada, yarın mezarda. Ah ben de ihtiyar. Elli yaşında adam ihtiyar değil mi? Anın işün ben gorur başımda beyaz saş şok a! Bugun baş taradım beyaz saş duşdü!”

      “Ey, ne yapalım dadı? Gelinler çarşıda satılmaz ki çıkıp bir gelin satın alalım. Her şeyin vakti saati var.”

      “Ah, nişün? Heb âlem nasıl yabar. Biz de öyle yabar. Sen fereceyi al, ben de başörtüsü alur; bugun bir mahalle, yarın bir mahalle gezar, gorur kız beğandi; alur.”

      “Ah, dadı! Şimdi beni kızdırıyorsun. Yirmi bir sene var beraber yaşıyoruz tabiatımı anlamadın mı? Hiçbir defa sormadın, merhum kocam beni öyle mi almıştır? Ben bir kızı bir kere görmekle ne tanıyacağım? Çehresini bile anlayamam. Sonra gelinin yalnız güzel mi olması lâzım? Akıllı olmadıkça, namuslu olmadıkça, huyu iyi olmadıkça, ben hiç onu kendime gelin yapar mıyım? Sonra benim beğendiğimi, senin beğendiğini oğlum beğenir mi bakalım? Hep âlem nasıl yaparsa biz de öyle yapalım diyorsun; lâkin görmez misin ki halkın çoğu bugün evleniyor; yarın kocası, karısını veya karısı, kocasını bırakıyor. Bin türlü rezalet oluyor. Olacak a! Görmeden, bilmeden bir kız alıyorlar. Hiç sormaksızın bilmediği kocaya veriyorlar. Acaba çocuk, o kızla anlaşabilecek mi beğenecek mi, sevecek mi? Kız da onu isteyecek mi? Babası, anası buralarını hiç düşünmüyorlar.”

      “Kız ne bilür, şocuk ne bilur. Onlar cahil. Baba, ana onlara nasıl emreder, onlar öyle yabar.”

      “A! Yok dadı, öyle değil. Baba, ana evlâtlarının iyiliğini ister değil mi?”

      “Ha, öyle ya… Ana var ki kendi evlâdına fenalık ister? Allah esırge!”

      “Ha, öyle olduğu zaman da baba, ana evlâtlarına nasıl iyi olursa öyle yapmalıdırlar. Koca, karısıyla;