Sami Şemsettin

TAAŞŞUK-I TALAT VE FİTNAT


Скачать книгу

Birbirimizle konuşmakla eğlenirdik. Biz kendi sohbetimizden hoşlanırdık. Hele Talat dünyaya geldikten sonra… Ah, o ne saadet, o ne devletmiş! Çocuk ne kadar seviliyormuş, ama her çocuk öyle değil. Her baba ve ana çocuğunu öyle sevmez. Birbirini sevmeyen karı – koca çocuklarını mı sevecek? Talat iki yaşına geldi. Başka bir seviş, başka bir eğlence. Beş yaşına vardı, bir başka sevgi; lâkin ah! Kader istemedi, kısmet değilmiş. Ah, ne olurdu kocam bir on-on beş senecik daha yaşasaydı. O zaman kucağında oynattığı Talatçığının bugün okuyup yazdığını; mektebe, kaleme gittiğini, böyle babayiğit olduğunu göreydi. O da memnun olaydı.”

      Saliha Hanım, bu noktaya geldiği gibi gözleri yaşla doldu, dudağı titremeye başladı, boğazı tıkandı, mendilini çıkarıp gözlerini sildi, biraz sonra gözlerini silerek, sesi titreyerek:

      “Ah Talatçığım! Bugün hasta hasta kaleme gitti. Ah, oğlum ah! Ah çocuğuma bir şey olursa! Ah, bir hasta düşerse! Ah, zavallı ben! Allah kerem eyleye!”

      “A! Hanım nişün öyle söyler? Sen şocuk gıbi oldu. Allah emanet şocuğun bir şeyi yok. Biraz baş ağrısı… Baş ağrısı da değil a! Ganclik işte, ganclik hükmünü yapacak… Ah, hanim! Heb ben sebeb oldu, seni ağlatdı. Amma hanım ben şok merak etdi. Sen heb halk gıbi evlenmedi, nasıl evlendi? Başka evlenmek nasıl? Ben anlamaz.”

      SALİHA HANIM’IN HİKÂYESİ

Çocukların Aşkı

      Aşağıda anlatılacak hikâyenin açıklamasından anlaşılacağına göre, aşk güneşinin ve sevdanın henüz ergenlik dönemine varmamış çocukların da kalbine doğabileceğini okur, şaşkınlık ve tuhaflıkla karşılamasın; çünkü aşk, doğal bir emirdir ki insanoğlunun hepsinde; yani erkeğinde, kadınında, küçüğünde, büyüğünde, çocuğunda, delikanlısında, gencinde ihtiyarında, fakirinde, zengininde, akıllısında, ahmağında, âliminde, cahilinde, medenîsinde, bedevîsinde ortaya çıkar. Herkesin gönlü aşkla yoğrulmuştur.

      Beşikte olan çocukların gönülleri bile aşktan çok uzak değildir. Hele yeni olgunlaşmış çocukların gönlünde çok kere aşk ve sevgi coşar. Onlar bile severler, sevilirler. Gönüllerinde bir şeyler hissederler; fakat zavallılar o aşkın neden geldiğini ve güzel bir anın getirdiği bir şey olduğunu anlayamazlar. Aşkı işitirler, ama aşk denilen şeyin hemen hissettikleri olduğunu bilmezler. İşte tabiat, aşkı insanoğluna eşit paylaştırmış, hiç kimseyi mahrum bırakmamıştır. Akılsız, bilgisiz, yumuşak huylu, faziletsiz, sabırsız, merhametsiz, utanmaz insan bulunur da aşksız insan bulunmaz. Aşk ve sevgi herkeste bir kuvvet olarak vardır ancak, çekici bir güç olmadıkça eyleme dönüşmez. İşte bazı kimselerin aşkta yaygın bir ünü olduğu ve bazısının etkisiz gibi göründüğü bu sebebe dayanmaktadır. İnsandan başka bazı hayvanların da aşktan uzak olduğunu iddia etmeye cesaret edemeyiz.

      Şu düşünceyi bırakıp asıl konuya gelelim: Saliha Hanım, Ayşe Kadın’ın ısrarı üzerine, aşağıdaki şekilde, kendi hayat hikâyesini kâh ağlayarak kâh gülerek anlatmaya başladı.

      “Babam ve annem genç evlenmişlerse de Allah, uzun süre evlât vermedi, sonra anam kırk yaşındayken ben dünyaya geldim. Beş yaşına bastığım gibi babam mektebe götürdü. Dört sene okuduktan sonra benden daha iyi bilenler çıkıp gittiler; bazısını geçtim. Kısacası; derslerde, mektepteki kızların birincisi oldum.

      Babam, anam böyle okuyup yazdığımı gördükleri gibi beni o kadar seviyorlardı ki tarif edilemez. Az zamanda ben, mektepteki kızların ikinci hocası oldum…”

      Saliha Hanım, okuryazar bir kadın olmakla, söylediği sözlere biraz bilgince kelimeler karıştırdığından Ayşe Kadın, hanımının söylediklerinin hepsini anlamayıp, sadece ikinci hoca olduğunu işittiği gibi:

      “Maşallah hanim! Maşallah! İnsan ufak akılli, buyuk de akılli, amma ufak akılli değil, buyuk da…” demeye başlar başlamaz Saliha Hanım:

      “Sözümü kesme, dinle ne söyleyeceğim,” dedi.

      “Mektepteki oğlanlardan ise en iyi bilen ve hepsinden büyük olan Rıfat Bey’di.”

      “Kim Rıfat Bey? Bizim merhum efendi?”

      “Evet, ama sözümü kesme dedim. Hepsini söyleyeceğim.”

      “Suphanallah!”

      “Rıfat Bey’le bir dersteydik, beraber okuyorduk. Ben onu çok seviyordum. Hiçbir kız veya çocukla konuşmazdım. Onunla konuşmak için can veriyordum. Başkalarının söyledikleri sözler bana tamamen saçma görünüyor, beni sıkıyordu. Rıfat Bey’in sözlerini ise pek manalı buluyordum. Hocanın sözlerinden de Rıfat Bey’in sözlerini daha mantıklı buluyordum. Gündüz, onunla olan konuşmaları gece, tekrar tekrar dilime dua gibi getiriyordum. Rıfat Bey’in hayali bir dakika bile zihnimden eksik olmuyordu. Gece daima rüyamda Rıfat Bey’i görüyordum. Kendi kendime ders okumaya başladım. İçim sıkılıyordu, ama Rıfat Bey’le beraber okuduğum zaman ders, bana büyük eğlenceydi. Anladım ki Rıfat Bey de beni seviyordu; çünkü o da başka çocukla, başka kızla konuşmuyordu. Sabah bize gelip, beni alıyor, beraber mektebe gidiyorduk. Mektebe çoğu zaman erken gidiyorduk, başka çocuklar gelince biz, dersimizi iki üç defa okumuş oluyorduk, sonra tenhada tatlı tatlı konuşmaya başlıyorduk. Ah! Rıfat Bey’le tenhada konuşmayı ne kadar seviyordum. Başka çocuklar olduğu zaman biri, Rıfat Bey’e bir söz söylese, Rıfat Bey başkasına bir baksa benim içim rahat etmiyor, meraklanıyordum. Cuma günleri kâh Rıfat Bey bana, kâh ben Rıfat Bey’e gidip, bütün gündüzü beraber geçiriyorduk.

      KALBİNİ AÇMA

      Bir cuma günü Rıfat Bey bana gelmişti. Babam da evde bulunuyordu. Rıfat Bey gitti, babamın elini öptü. Babam, ne okuduğunu ne yazdığını sordu, anladı. Onun güzel hareketlerini, güzel konuşmasını pek çok beğendi, takdir etti. Rıfat Bey gittikten sonra akşam odaya girdim, baktım ki babam ve annem konuşuyorlar, bir çocuğu övüyorlardı. Anladım ki Rıfat Bey’i övüyorlar. Gönlüm tiz tiz vurmaya başladı. Kızardım, sarardım, sonunda oturdum. Şu konuşmayı yaptıklarını işittim.

      Babam, “Ah pek güzel çocuk! Pek uslu çocuk! Allah’a emanet! Öyle babadan öyle çocuğun olacağını kim umardı? Ah zavallı çocukcağız! Kim bilir o evde, o uğursuz babadan ne çekiyor?” dedi.

      “Babası öyle kötü müdür? Ah, zavallı Kamile ah! Ah zavallı kadıncağız! O kadar iyi kadın! O kadar uslu kadın! O kadar akıllı! O kadar güzel! Elmas parçası gibi zavallı da öyle bir hayırsız kocası olsun! Vah, vah, vah! Çok üzüldüm, çok acıdım zavallı Kamile’ye.”

      “A, çok hayırsız, pek kötü bir heriftir. Gece gündüz sarhoş, savurgan, kumarbaz. Kısacası, her kötülük üzerinde. Babasından şu kadar mal buldu, karısından da aldı. Hepsini yedi, bozdu. Az bir şey kalmış, o da kadının sayesinde. Dün kahvede işittim, karısı keseyi almış da kocasına her gün belli miktar bir şey veriyormuş, ama geçmiş ola! Şimdi bir şey kalmadı ki… De, o kadar iyi karısı var. Aa, belli! Çocuğuna baksana. O terbiye elbette annesindendir. Ah zavallı, o çocukla teselli oluyor. Allah bağışlasın!”

      “Ha! Bunun için zavallı Kamile, bakıyorsun ki şimdi gülüyor, söylüyor, konuşuyor. Bir de anîden bir hüzün ve keder perdesi yüzüne çekiliyor, düşünmeye dalıyor. O kırmızı yanaklarında, dudaklarında beyaz bir renk ortaya çıkıyor. Gözlerini bir yere dikip kımıldatmıyor. Bir şey sorsan da cevap vermiyor. Ah zavallı! Ben çok defa merak etmiştim, Kamile Hanım’ın bu kederini… Vah vah! Fakat bak, ne namuslu kadın. Benimle çok samimî konuşsa da kocasından bir defa şikâyet etmedi, buna ne dersin? Öyle namuslu olmayaydı iş kolay, evlendiği günün ertesinde feraceyi5 alıp babasına giderdi.