Sami Şemsettin

TAAŞŞUK-I TALAT VE FİTNAT


Скачать книгу

Kan! Allah korusun! Nişün hanim?”

      “İşte bizim nişanlarımız yüzük, çevre bilmem ne yerine bu iki kâğıt parçalarıdır ki muşamba içine koyup sekiz sene ceplerimizde tuttuk, gözyaşlarımızla ıslattık. Kanımızla bile boyatacaktık… Sonra Cenâb-ı Hak istedi de altın kılıflara koyduk.”

      Saliha Hanım kılıfları çekmeceye koyduktan sonra hikâyeye yine başladı:

      “Rıfat Bey’in bu yazdığını gördüm. Kâğıdı cebime koydum. Biraz teselli buldum. Başka hayaller zihnime gelmeye başladı. Kısacası, bir sene daha böyle geçti. Bizim aşkımız ve sevgimiz günden güne artıyordu. Anam, daima bana yaşmak takmayı teklif ediyordu, ama ben, ‘Hâlâ küçüğüm,’ diyerek istemiyordum. Sonunda beni mektepten çektiler; mini mini bir ferace, bir yaşmak hazırladılar. Ben babamın önünde, ‘Mektepten nasıl çekileceğim? Nasıl yapacağım? Ben cahil kalacağım,’ diyerek ağladım, sızladımsa da fayda vermedi. Babam: ‘Bunu merak etme kızım. Ağlama kuzum. Bu âdettir; kız, on-on bir yaşını geçtiğinde yaşmaksız, feracesiz sokağa çıkamaz. Biz, âdetin dışında nasıl hareket edebiliriz? Herkes sonra bize güler… Ama derslerini merak edeceksin, senin derse sevdan olduğu zaman, o bildiğini kendi kendine ilerletebilirsin. Ben de sana bazı zamanlar ders verebilirim… Ne yapalım? İşte hâlâ kızlar için özel mekteplerimiz, kadın hocalarımız yok ki… Erkek mektebine on beş yaşındaki bir kız nasıl gider?’ diyerek bana teselli vermek istediyse de benim asıl kederlendiğim şey, Rıfat Bey’in ayrılığı olduğundan hiçbir şekilde teselli olmadım. Tenha bir yere çekildim. Ağlamaya başladım. Öyle ağladım ki gözlerim ceviz tanesi gibi fırladı. Dünyadan tamamen ümitsizliğe düştüm. Rıfat Bey’in mektebe gideceği, beni bekleyeceği, göremeyince ne yapacağı hatırıma geliyordu. Zavallı çocukcağız kederlenecekti; çünkü Rıfat Bey’in sevgisinden de hiç şüphem yoktu. İşte buna, gönlüm fazlasıyla sıkılıyordu, ama daha birkaç ay, her ne kadar ki mektebe gidemedim, sokağa çıkamadım; fakat Rıfat Bey’le ara sıra görüştük. Bir zamandan sonra bu da kesildi. Rıfat Bey’le hiç görüşemedim. Bazı defa geçerken pencereden görüyordum. O zaman da sabrım ve ümidim artıyordu. Bir türlü teselli olamıyordum. Beş, altı ay böyle geçti. Ah o beş, altı ay! Bana beş, altı sene gibi göründü.

      HABERLEŞME

      Bir gün, odamda tek başıma oturuyordum, Rıfat Bey’in yazdığı sözleşmeyi – hani ya şimdi gördüğün kâğıdı – çıkardım. Okudum, baktım, ağladım. Gözyaşlarım üzerine döküldü. Bir de baktım ki kapı yavaş yavaş açıldı. Biri başını soktu, bir şey arar gibi her tarafa baktı. Ben, kâğıdı hemen cebime koydum, gözlerimi sildim.

      “Kim o? İçeri gelsene!” dediğim gibi Kamile Hanım’ın – Rıfat Bey’in annesidir – cariyesi Gülzâr girdi. Bu cariye on-on bir yaşında bir kızcağızdır. Pek uslu bir kız, ben pek çok seviyordum. Seveceğim a! Rıfat Bey’in cariyesiydi.

      “Ha, Saliha Hanım burada; hem yalnız! İşte benim istediğim,” dedi.

      “Gel Gülzâr Hanım gel!” dedim. Yanıma geldi. Cebinden, bir zarfa sarılmış bir mektup çıkardı, bana verdi.

      “İşte Rıfat Bey şu mektubu verdi ve sizi yalnız bulup vereyim de cevabını götüreyim,” dedi.

      Ellerim titreyerek, gönlüm tiz tiz vurarak mektubu açtım. Şu şekildeydi:

      Ruhum Saliha’m,

      İşte altı ay oldu ki görüşemeyiz. Çok özledim. Allah vere de bir daha görüşelim. Birbirimizi dünya gözüyle bir daha görelim. Ah, o beraber olduğumuz zamanlar. Ah, o zamanlar! Nasıl su gibi geçti o günler? Şimdi bizim için bir dakika, bin yıldır. Saliha’m! Şimdiden sonra hiç olmazsa mektuplarla görüşelim. Gülzâr’la mektubun cevabını gönder. Şimdilik bu kadarla yetinelim. İnşallah yakın zamanda görüşürüz. Allah’a ısmarladım. Ah! Ah! Ah!

Rıfat

      Bu mektubu okudum. Tekrar okudum, belki ezberledim. Her bir harfini gönlümce, uzun uzadıya inceledim. Biraz teselli oldum. Yüzüm biraz güldü, gönlüm biraz açıldı. Hokka kalemi aldım, şu cevabı yazdım:

      Candan Aziz Rıfat’ım,

      Mektubunuzu aldım. Dünyalarca memnun oldum. Belki taze hayat buldum. Ah, ne derim! Bu memnuniyet hiçbir şeyle kıyaslanmaz. “El mürâseletün nısfu’l-muvâsalat”7 derler. Kavuşmak, ne büyük şey kavuşmak… Ah, mektuplaşmak da onun yarısı değil mi ya? Ah Rıfat’ım! Senden ayrı halim nedir? Hiç tarif istemez. Allah hemen bizi birleştirsin. Başka elimizde ne var? Şimdilik bundan fazla yazamam. Üç gün yazsam gönlümün derdini bildiremem; fakat zaman uygun değil. İkinci mektubunuzu beklerim. Allah’a ısmarladım. Ah! Ah! Ah!

Saliha

      Şu mektubu büktüm, zarfa koydum, mühürledim Gülzâr’ın eline bıraktım:

      “Al elmasım, şu mektubu Rıfat Bey’e ver, benden özel selâm et. Sakın kimse görmesin ha!” dedim.

      Gülzâr gitti. Ben, Rıfat Bey’in mektubunu ve yazdığım mektubun müsveddesini tekrar tekrar okudum. O gün benim için bir başka gün oldu… İşte bundan sonra Gülzâr’ın vasıtasıyla mektuplarla ikide birde görüştük. Ben, Rıfat Bey’i bazen pencereden görüyordum; çünkü vaktin çoğunu pencerede geçiriyordum, ama o beni görmüyordu. Beş sene daha böyle geçti. Ben, on altına yaşına bastım. Rıfat Bey, o zaman on sekiz – on dokuz yaşında olacaktı.

      ÜZÜNTÜ

      Ben on altı yaşına bastığımı hatırıma getirdikçe kendi kendime, “On altı yaşında bir kız ile on sekiz yaşında bir çocuk evlenebilir. Çilemiz bitti inşallah,” diyerek seviniyordum, hatta bunu Rıfat Bey’e bile yazmıştım. Onun da ümidi tazelenmişti.

      Bir gün odamda yalnızdım, dikiş dikiyordum. Baktım ki annem girdi, kapıyı itiverdi. Yanıma geldi, oturdu, dikişime bakar gibi filân yaptı. Sonunda:

      “Kızım,” dedi. “Sen on altı yaşını geçtin, kocaya varacak vaktindir… Bahtın da uygunmuş. Seni büyük bir evden istiyorlar. Malı çok, zengin bir efendi seni istiyor. Babanla düşündük, çok uygun gördük. Allah’ın emriyle seni ona vereceğiz.”

      Bu sözü işittiğim gibi iğne elimden düştü. Gözlerimde bir duman ortaya çıktı, benzim nasıl oldu, ancak gören bilir. Söz söylemeye mecalim yok; fakat “Şayet şu efendi, Rıfat Bey’dir,” diye yine ümidi tamamen kesmedim. Her ne kadar ki annem, “Çok zengin,” dedi, bu söz bana çok ümit vermedi; fakat doğal olarak insan, ne büyük felâketlere ne de büyük mutluluklara birden bire inanamaz. Gönül bir müftüdür ki istemediği şey için pek kolay fetva vermez.

      “İşte susuyorsun. Rızan vardır demek oluyor. Artık bitti. İnşallah hayırlı…”

      “O… ne! Nasıl? Ben… şimdiden evleneyim? A! Yok annem yok! Ben… ben… ben evlenmem… Beni isteyen kim? Beni… kimse… istemez… Bunları siz kuruyorsunuz. Ben…”

      “A kızım! Sen çocuk mu oldun? İşte dedim sana ya! Bu talih her gün önüne gelmez. Nasıl beni kimse istemez diyorsun? Niçin istemeyecekler? Sen evlenmeyecek misin? Hani ya geçen hafta görücüler gelmedi mi? Senin hiç haberin yokken onlar sana baktılar, beğendiler. İşte, iş meydanda… Kocan olacak efendi Ahmed Bey isminde…”

      Ben, şu Ahmed Bey ismini işittiğim gibi, Rıfat Bey’in olmadığını anladım, ümitsizliğe kapıldım. İnsan, ümitsiz olduğu zaman – hem böyle ümitsizliklerde – mahcubiyeti de kalkar, korkusu da gider, cesur olur. Pek çok kızdım, ayağa kalktım.

      “Aa!