Sami Şemsettin

TAAŞŞUK-I TALAT VE FİTNAT


Скачать книгу

Annem… beni… evlendirmek… istiyor… Ben şimdi…”

      “Ah, kızım! Allah’tan bulasın! Aa! Ne yaptın bana? Az kaldı bayılıyordum. İnme isabet edecekti. Of, Allah! Kalk kız, biraz soğuk su ver bana! Çabuk, çabuk! Bayılıyorum.”

      Dadıyı fena hale getirdim. Biraz su verdim, içti, kendini topladı.

      “A kızım, bunda ağlanacak bir şey var mıdır? Ben zannettim ki… Allah esirgeye! Ya efendiye ya hanıma bir şey oldu. Meğer seni evlendirecekler. Sevinmelisin a kızım, değil ağlıyorsun. Evlenmeyi kötü bir şey mi zannediyorsun? Kocayı umacı mı sanıyorsun?”

      “Yok… Yok… Ah, dadı! Sen bilmiyorsun. Ben… evlenmek… istiyorum… ama… ama yok yok… diyemem…”

      “Söyle, söyle bakalım, acemi olma…”

      “Ne söyleyeyim. Baksana! Ben şu kâğıdı okuyayım da sen dinle.”

      Böyle diyerek ve ağlayarak o malûm sözleşmeyi cebimden çıkardım. Utanarak, sesim titreyerek okudum. Dadı işitti, bu defa gülmedi. Gördü ki iş, gülünecek bir derecede değil.

      “Ağlama kuzum, gözlerini sil. Ben gider annene söylerim de razı ederiz. Haydi korkma,” diyerek kalktı, annemin yanına vardı. Ben yalnız kaldım. Biraz teselli oldum. Dadıyı dört gözle bekliyordum, dadı geldi.

      “Ee? Anneme söyledin mi, ne dedi?”

      “Söyledim ya! ‘Peki,’ dedi. Bakalım. Şimdi efendiye danışmaya gitti.”

      “Ah, babam da işitecek bunu! Ah, zavallı ben, ah! Nasıl çıkayım önüne?” diyerek kalktım. Ayaklarımı yavaş yavaş basarak babamın olduğu odanın kapısına gittim, perdenin arkasından işittim ki şu şekilde konuşuyorlardı.

      Babam: “A! Yok yok, olmaz… İmkânı yok! Olur şey mi ya? Çocuk iyi. Gerçekten iyi. Pek güzel çocuk, ama ne yapayım o babası var… Öyle adamın evine kız hiç verilir mi? Kızı öyle bir eve vermektense öldürmek daha iyidir… Sonra o zavallı çocuğun bir şeyi de kalmadı. Babası, malını mülkünü yedi, içti. Bir şey kalmamıştır. Çocuk da daha çocuk… Ne biliriz yarın onda da nasıl bir ahlâk ortaya çıkacak. O çocuk, Ahmed Bey’e tercih edilir mi hiç?”

      “Hakkın var, hakkın var, ama ne yaparsın, sana dedim a! Söz bağlamışlar ki birbirlerini almazlarsa kendilerini öldüreceklermiş. Ha! Şakaya gelmez, bir tane kızım vardır. Allah esirgeye!”

      “Adaam!8 Sözdür o… Ufak çocuk bir şey yazmış da… ne olacak?”

      “Öyle deme! Sevdadan olmadık şey yok dünyada…”

      Ben, perdenin arkasında durup bu sözleri dinliyordum ve her bir saniyede gönlüm bir ümit tarafına sapıyor ve ümitsizliklerle dönüyordu. Bir de baktım ki Gülzâr merdivenden çıkıyor. Beni gördüğü gibi, cebinden bir mektup çıkardı. Koştum, mektubu elinden kaptım, açtım, okudum. Baktım ki Rıfat Bey’in bu belâdan haberi yok, alışkanlığı üzere yazmış. Hemen odama koştum, kalemi alıp şu mektubu yazdım.

      Rıfat’ım,

      Ah! Bu mektup ne kara haberler getirecek. Ah! Beni evlendirmek istiyorlar. Ah! Beni evlendirmek ve sana vermemek! Demek oluyor ki ikimizin canına kastediyorlar. Ah, ah, Rıfat’ım! Ben anneme söyledim ki evlenmem. Dadıma sözleşmemizi gösterdim. Kendimi öldüreceğimi söyledim. Dadı buralarını anneme söyledi. Annem, babam konuşurlarken ben perdenin arkasından işittim. Seni istiyorlar, ama… evinize beni yollamak istemiyorlarmış. Rıfat’ım, valide hanımı kandırıp da seni, önce içgüveysi girmeye bırakırsa ve anneme gelip söylerse Hak Teâlâ’dan ümit ederim ki bir şey olur… İnşallah Cenâb-ı Hak iki genç insanın kanının dökülmesine razı olmaz. Rıfat’ım, Allah’a ısmarladım. Cevabını hızlı bir şekilde beklerim. Ah! Ah! Ah!

Saliha

      Bu mektubu, temize çekmeksizin Gülzâr’ın eline koydum, yolladım. O gün akşama kadar gönlüm huzur bulmadı. Odamda sürekli gezdim. Akşam, babam yemeğe çağırdıysa da gitmeye utandım. Hem de gözlerim yaş dökmeden bir dakika durmuyordu ki… Ah! On senelik bir sevdanın, bir saat içinde gönülden çıkması… Ah, ne bir saat! Bin yılda da çıkmaz. Sevilen adamı unutmak! Ah, işte imkânsız şeyler…

      Sonunda, o gece bazısı ümit verici ve bazısı ümitsiz olan çeşitli hayaller kurduktan sonra uyumuşum. Uykumda bazısı tatlı tatlı ve bazısı korkulu korkulu bin türlü rüyalar gördükten sonra sabahleyin uyandım. Bir iki dakika nerede olduğumu, ne halde bulunduğumu hatırıma getiremedim. Nihayet kendimi topladım. Bir büyük felâketin içinde, bir büyük tehlikede bulunduğumu anladım. Bir köşeye çekildim, düşündüm, ağladım. Bir iki saat böyle geçtikten sonra bir de pencereden baktım ki bir hanım geliyor. Gördüğüm gibi, Kamile Hanım’ı tanıdım. Artık o sevinç, o sevinç! Güya hep o kederden kurtuldum. Güya beni bir sürü düşmanın elinden kurtarmak için gökten bir yardımcı indi. Gönlüm huzur bulmuyordu. Bir yerde duramıyordum. Kendi kendime: “Elbette o iş için geliyor. Evet. Ah! Şüphem yoktur. Aferin Rıfat! Bak, annesini kandırdı da gönderdi. Ah, benim de Kamile Hanım gibi bir annem olaydı kandırırdım, ama ah! Bu benim annem. Bu benim babam. Hele baba. Ah! Adama hiç söz söyletmezler. Bin defa kuruyorum ki gideyim, söyleyeyim. Gidince cesaret edemem, söyleyemem. Vücudum titremeye başlar… Oh, olacak inşallah! Bu iş bitecek… Kamile Hanım, annemi kandıracak. Oh, oh kurtulduk! Ya Rabbi şükür! Ah, bin kere şükür!” diye söylendim.

      Böyle diyerek odanın içinde sürekli gezdim. Bir de baktım ki Kamile Hanım çıkıyor, gidiyor…

      “Ah! Gidiyor… Bir şey yapamadı. Nasıl? Yoksa işi uydurdular da gidiyor mu? Ne bileyim? Ah, ya Rabbi! Ah, ya Rabbi! Fakat düşünerek… Ah… İşte, işte! Düşünerek gidiyor… Bir iş yaptılarsa annem gelip bana söyleyecek. Hele dur bakalım. Ah, zaman nasıl da geçmiyor, nasıl uzadı saatler!” diyerek bir-iki saat, saate bakarak yoksa beni sorsan bir iki-ay daha düşünmekle geçirdim. Bir de baktım ki Gülzâr kapıdan giriyor. Cebinden bir mektup çıkardı, bana verdi. Bu mektubu nasıl aldım, nasıl açtım, hiç bilmem? İşte şu yazıyordu:

      Ah, Saliha’m ah!

      Bu son defadır ki sana yazıyorum. Eyvah! Bu son defadır ki sana hitap ediyorum. Sevdiğim, altı senedir ki seni göremiyorum. Beraber konuşamıyoruz. Ah, o mektepte olduğumuz zamanlar! Nasıl çabuk geçti? Kıymetini nasıl bilemedik? Her dakikası dünyalara değerdi. Ah, ah! O zamanlar geçti de bir daha dönmeyecek. Bir daha gözlerim Saliha’yı göremeyecek. Bir daha konuşamayacağız. Altı yıldır sabrediyoruz. Nasıl ediyoruz? Niçin ediyoruz? Bir ümitle… Evet, bir ümitle… Yine görüşmek, bir gün birleşmek ümidiyle; fakat… Eyvah eyvah! Bu ümit bitti, bu ümit daha yok. Evet, yok! Şimdiden sonra yok artık! Annen, baban… Ah, o zalimler! Bizi birleştirmek istemiyorlarmış. Seni nişanlamışlarmış. Bir zengine, bir bilmem kime vereceklermiş. Evlendirecek kızları yokmuş artık. Ah zavallı Rıfat! Ah zavallı Saliha! Ah! Ne yapalım? Esiriz. Kendimize sahip değiliz; fakat hayatımıza, ölümümüze sahibiz. Kendimizi yokluk çölüne atabiliriz. Orada hür yaşayabiliriz. Bu dünyada özgürlük yokmuş. Dünyanın en fazla hür olanları, esirlermiş. Hemen bu dünyadan kurtulalım. Saliha’m! Hançer önümde duruyor. Sözleşmemiz ve senin gönderdiğin mektuplar koynumda duruyor ki onlar da kanla boyansınlar. Gözyaşlarımız üzerlerine düşmüş, kanımız da üzerlerine dökülsün. Saliha’m! Senden bu mektubun cevabını bekliyorum. Bir daha o güzel elinle yazılmış yazıyı göreyim de sonra kendimi öldüreyim. Sende… Saliha’m! Sen de bildiğin, istediğin gibi yap… Ah felek, ah! Bu sözü bana nasıl söyletirsin? Ah, bu vücutlarımız toprak altında girecek! Dökülecek, çürüyecek… Eyvah eyvah! Senin o nazlı vücudun, o gül gibi yüzün çürüyecek. Bir daha