Nietzsche, hayatındaki üçüncü büyük gücü bulmuştu. Önce Yunan felsefesi, sonra Schopenhauer, şimdi de Wagner. Sonuncusu en güçlü ve nihayetinde en acı verici olandı. Böylesi bir irade gücü, böylesi bir çekicilik, böylesi bir zekâ, Nietzsche’nin daha önce hiç karşılaşmadığı bir türdendi. Bu yenilik onu büyüledi ve hızla etkisi altına aldı. Wagner, hizmet edebileceği ve gerçek hayatta da dostu olan bir üstattı. Nietzsche, kendisini Schopenhauer’ın götürdüğünden daha da ileriye götürecek kaderin bu yeni büyük çağrısını önceden görmüş gibiydi.
Bu yeni takıntısı, filolojiden çok daha iyiydi ve daha büyük bir amaca hizmet ediyordu. Bir keresinde Rohde’ye, filologların böylesi bir dâhiye sataşacak kadar dar görüşlü olduklarını söylemişti. Ardından Rohde, Romundt ve başka bir samimi dostu Gersdorff’a bir tatil teklifinde bulundu. “Hep beraber Paris’e gidip kışı orada geçirelim. Biraz olsun derslerimizi unutalım, bilgiçliğimizi bırakalım, kendimizi kankan dansına verelim, yeşil apsent içelim. Paris’e gidip gerçek yoldaşlar gibi yaşayalım, sokaklarda gezip Alman sanatını ve Schopenhauer’ı temsil edelim. Bir buçuk veya iki yıl sonra geri döner, kaldığımız yerden sınavlarımıza gireriz.”
O sonbahar Lisbeth, abisinin kahramanının aklından geçenleri öğrenebilmek için gizlice Schopenhauer okumaya başladı ve kitaplarında, sahip olduğu gizli duygusal heveslere karşılık veren bir fedakârlık keşfetti. Hayatını kardeşine adamak ne asil bir davranış olurdu!
Nietzsche, o sene Noel’de Naumburg’a geldi ve kız kardeşiyle birlikte çok güzel bir tatil geçirdiler. Artık Schopenhauer ve Nietzsche’nin yeni kahramanı ve aynı zamanda dostu Wagner hakkında rahatça sohbet edebiliyorlardı. Böylece günler, geleceğin umutlu hayalleriyle geçti. Daha sonra Friedrich, aniden gizemli bir iş için Leipzig’e çağrıldı.
Nietzsche o akşam eve döndüğünde gözleri mutluluktan parlıyordu ancak kimseye bir şey söylemedi. Ne zaman Paris gezisinin lafı açılsa, iç çekerek gizemli bir şekilde: “Ah, Lisbeth, hayat çok zor gerçekten!” dedi. Kız kardeşi şaşkınlık içerisindeydi, acaba abisi âşık mı olmuştu yoksa biriyle evlenmeyi çok mu zor buluyordu merak ediyordu. Nietzsche, bu sırrı açıklamadan Leipzig’e geri döndü. Sonunda şubatın ikisinde, annesinin doğum gününde, kız kardeşine kimseye söylemeyeceğine dair söz verdirdikten sonra, Basel Üniversitesi’nde profesör olacağının müjdesini verdi.
Görünüşe göre Basel Üniversitesi Yönetim Kurulu Başkanı Vischer, Nietzsche’nin Ritschl’in teşvikiyle Rheinisches Müzesi’ne yolladığı filoloji üzerine yazdığı birkaç denemesini okumuştu. Bu gelecek vadeden genç adam hakkında sorular sorması üzerine Ritschl, büyük bir hevesle bu görev için Nietzsche’yi önermişti.
4 Şubat’ta haberin kesin olarak doğrulanmasıyla Bayan Nietzsche sevinçten havalara uçtu. Nietzsche alaycı bir tavırla annesine bu cümleyi kurdu: “Ne fark eder ki? Alt tarafı dünyada bir profesör daha olacak!”
Nietzsche henüz yirmi dört yaşındaydı ve ailesine göre geleceğini çoktan garanti altına almıştı. Romanlardaki genç profesörler daima asil ve soylu kadınlar tarafından sevilen karakterlerdi. Leipzig Üniversitesi, Nietzsche’ye doktorasını sınavsız ve tezsiz verebilmek için tüm süreçleri hızlandırdı. Paris hayali sona ermişti, fakat yakında İsviçre’de, Wagner’ın yanında olacaktı. Eğer bunun bedelini köle olarak ödemesi gerekiyorsa, buna değerdi. En azından içindeki dürtü bunu yapması için kendisini zorluyordu. Böylece Ritschl’e teşekkür olarak, kız kardeşiyle birlikte Rhetnisches Müzesi’nin eserlerini listelemeye koyuldu.
Nietzsche, olayın büyüsünden çıkınca mantıklı düşünmeye başladı. Verdiği bu kararla önünde yatan bu yeni dar yolu düşündü. Bu yol sadece filolojiye çıkıyordu ve onu daha ileri götüremeyecekti. Üzerine çöken çaresizlikle Schopenhauer’ı hatırladı ve mart ayında günlüğüne bu satırları yazdı: “Her şeyden vazgeçmiş filologlardan biri olduğumu söyleyemem, ancak başlarda sanattan felsefeye, sonra felsefeden bilime ve en son, çok daha dar olan bu alana yöneldiğimi düşününce, tüm bunlar bana bir vazgeçiş gibi geliyor.”
Şimdiye kadar Nietzsche’nin hayatında, büyük bir gururla savunduğu amor fati17 kavramına dair hiçbir iz göremedik. Kaderini sevmek bir yana dursun, karşısına çıkan her güce tereddüt etmeden teslim olduğu ve çok geçmeden bu güçten vazgeçtiği yeterince açık değil mi? İleride filolojiden, Schopenhauer’dan ve hatta Richard Wagner’dan bile nasıl vazgeçtiğine şahit olacağız. Yine de o zamanlar, tüm bunlar ona kaderiymiş gibi geliyordu. “Sevgi” yerine belki de “açlık” kelimesini kullanmalıyız. Şeytan bile bir Tanrı’ya açtır, ama bu onu sevdiği anlamına gelmez. Nietzsche her zaman sevdiğini öldürmüş ve bunun sonucunda hep aç kalmıştı. Bu yüzden kendisine amor fati yerine amor abyss’i18 uygun görüyordu.
O sene Basel Üniversitesi’ne, genç bir Prometheus gibi gitti. Ayrılışının arifesinde Gersdorff’a bu satırları yazdı: “Zamanı geldi. Yarın sabah erkenden yabancı bir dünyaya, ağır ve baskıcı bir ortamda daha önce yapmadığım bir işi yapmak üzere yola çıkıyorum. Merak ettiğim tek şey, beni hapsedecek olan zincirlerin demirden mi yoksa iplikten mi olduğu. Kim bilir, belki bir gün zincirlerimi kırıp bu belirsiz hayatta farklı bir yola saparım. Sonuçta bu cesarete sahibim… Zeus ve tüm müzler,19 beni kültürsüz biri veya bir sürü çobanı olmaktan korusun.”
Nietzsche, Deussen’e bu yeni işini, sanki kader onu görevlendirmiş gibi görkemli bir şekilde duyurdu. Mektubunu içten tebrikleriyle cevaplayan Deussen, kendi kısmetinin kapalı olmasından yakınıyordu. Bu mektuba Nietzsche, dostluklarını bitiren bir şiddetle karşılık verdi. Daha sonra Deussen bu konu hakkında “O an, hiç de yüce biri değildi,” açıklamasında bulundu.
Böylece Nietzsche, 13 Nisan 1869’da artık bir öğrenci değil, dünyanın eşiğinde bir adam olarak kaderindeki altıncı önemli yolculuğuna çıktı. Özgüvensizliği, onu olduğundan daha yaşlı gösteren yeni giysiler diktirmeye itmişti. Belli ki bu yolculuk da onun için korku doluydu.
X
Nietzsche, tüm yol boyunca huzursuzdu. Köln, Bonn, Wiesbaden, Heidelberg ve Karlsruhe’de mola vererek Basel’e gelişini ertelemek için elinden geleni yaptı. İsviçre’ye varması tam bir hafta sürdü.
Yaklaşan açılış konuşması kendisini epey endişelendiriyordu. Akademik çevrede nasıl bir izlenim bırakacaktı? Profesör olarak atanmasını makul kılabilecek kadar olgun görünüyor muydu? Burada yeni dostlar edinebilecek miydi yoksa yalnızlığa mahkûm mu kalacaktı? Konuşmasının arka sayfasına bu satırları yazdı:
“Basel’deyim ne korkuyorum ne baygınım,
Ama yalnızım – Tanrı duysun feryadımı.”
Hazırlamak için tam altı haftası vardı. Sonunda 28 Mayıs’ta kalabalık bir oditoryum önünde yaptığı konuşmasıyla, değerli meslektaşları üzerinde iyi bir izlenim bırakabilmeyi başardı. Dinleyiciler salondan dışarı çıkarken, hararetli tartışmalar yaşanıyor, genç profesör için pek çok övgü dolu söz söyleniyordu. Nietzsche, konuşmasının olumlu bir etki yarattığını hissetti ve bir an için rahatladı.
Ancak dersler başladığında büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Filoloji dersi için sadece sekiz öğrenci kayıt yaptırmıştı. Çocukların zeki oldukları ve günlük derslerinin ona ihtiyaç duyduğu düzenli entelektüel disiplini sağlayacağı düşüncesiyle kendini telkin etti.
Bu sırada yeni arkadaşlıklar kurmakta zorlanıyordu ve yalnızlıktan şikayetçiydi.