kendine olan sevgisini yerine getirmişti ve böylece ikili arasında gerçek bir yakınlık başladı. Artık Nietzsche, üç dört günde bir Ritschl’i görmeye gidiyordu.
Ritschl başarılıydı ancak Schopenhauer daha da başarılıydı. Bu haksız savaşın sonucunda Schopenhauer üstün geldi ve ona hükmeden yeni üstadının esiri olan Nietzsche, boşlukta ve düzensizlikte kendi Nirvana’sını aramaya koyuldu. Lisbeth bir keresinde, Schopenhauer’ın Nietzsche için sadece bir kitap değil, aynı zamanda bir dost olduğunu belirtmişti. Tüm çocukluğu ve gençliği boyunca baba özlemi çeken Nietzsche için Schopenhauer, bir nevi bir baba figürü demekti. Altı sene önce Schopenhauer hayattaydı ve belki de babasını ziyaret etmişti. Düşüncesi bile onu heyecanlandırıyordu. Ancak Schopenhauer artık hayatta değildi ve bunu bilmek kendisine acı veriyordu. Bu farkındalığın ardından gelen sinir krizlerinde, Virgil13 benzeri hayali bir figür onu derin gölgelerin arasından çekerek hayata bağlardı.
Schopenhauer’ın dünyası, insanlığın kalbini donduracak cinstendi. Onun buzlu cehenneminde bir Tanrı yoktu. Onun dünyası, Tanrı’dan uzakta, zaman, mekân ve ebedi yokluğa bağlı sert yasalarca yönetilirdi. Akıldan uzak kör bir İrade, hiçbir İlahi Takdir beklemeden, canlılara hayat verir, kendinden beslenir ve insanların acılı arzuları karşısında tek başına ebediyen açlık çekerdi. Açlığının ona zorla oluşturduğu insanlığı görmezden gelir ve gelişim kavramını bu acınası atomların bir yanılsaması olarak görürdü. Aç ve bilinçsiz bir halde, boş bir tahtın altında dehşetle anlamsızca konuşup duran ebedi bir aptaldı o.
Bu yüzden Lucifer, insanlarla kendi acısını paylaşır, acısını dindirmek için onları bir çukura çeker ve insanlar tarafından terk edilen Tanrı’yı yalnız, cenneti de boş bırakırdı. Böylece artık “Yalnız Kahraman” olmayan Lucifer, Tanrı’nın konuklarının cenneti inkâr edeceklerini bildiğinden büyük bir zafer yaşardı.
O yılın kasım ve aralık aylarında Nietzsche’nin eve yolladığı mektuplar, bu yeni peygamberinin karamsarlığıyla doluydu ve gerçek bir Alman reformcu kimliğiyle ailesini kendi görüşlerine inandırmanın yollarını aradı. Yine de kız kardeşinin söylediğine göre Nietzsche, düşmanının doğum gününde ateşkes yapar, böylelikle Noel tatilleri keyifli geçerdi.
Nietzsche, Leipzig’e geri döndüğünde kendini tamamen özgür hissetti. Bonn’daki yenilgisi artık geçmişte kalmıştı. Sonunda dikkate alınması gereken bir güç olabilmeyi başarmıştı ve artık çevresine hükmedebiliyordu. Yalnızlık, ödemesi gereken önemsiz bir bedeldi sadece. Tüm bunların ortasında kalmışken kendini özgür hissedemez miydi? Paskalya’da Gersdorff’a Manfred karakterinin ağzından bu satırları yazdı: “Dün kasvetli bir fırtına koptu, aceleyle yakınlardaki Leusch tepesine koştum (belki bu kelimenin anlamını bana açıklayabilirsin). En tepede bir kulübe gördüm, bir adam, onu izleyen oğlunun karşısında iki çocuğu katlediyordu. Birden bir gürültü koptu ve yeryüzüne şimşek ve dolu yağmaya başladı, tam o sırada tarif edilemez bir esenlik ve haz duygusuna kapıldım… Benim için iradesiz bir adamın ne önemi vardı? İncil’deki sonsuz “Yapmalısın” ve “Yapmamalısın” söylemlerini neden umursamalıydım? Bence yıldırım, fırtına ve dolu farklı dünyalara aitler. Ahlaki değerlerden yoksun, özgür birer güç gibiler! Ne kadar mutlu ve güçlüler, aklın karmaşasından etkilenmeyen saf bir iradeye sahipler!” Bunlar, Hz. İbrahim’in, oğlu İshak’ı bağışladığı ve onun yerine çocukları kurban ettiği Aslan tepesindeki hayali düşünceleriydi.
Nietzsche, Odin’in karanlık güçleriyle tek başına, kendi yolunda korkmadan ilerliyordu. Sinir bozukluğu yüzünden cesaret olgusunu hiç olmadığı kadar sık düşünmeye başlamıştı. Katlanılamaz yenilgi hatıralarıyla Bonn’dan ayrılalı henüz sadece birkaç ay olmuştu.
Sinir bozukluğunun, aslında sahip olmadığı cesareti tüm gücüyle var olmaya iten zorlayıcı bir etkisi vardı. Güç, onun için her zaman bir kesinlik olmalıydı ve felsefe, kalbinin ihtiyaçlarına cevap vermeliydi. Schopenhauer ona, hasta bir kalbin ancak acı çekerek ve vazgeçerek arınabileceğini öğretmişti. Tüm bu yanılsamaların farkında olup onları reddeden kalp, içinde oluşan bu boşluğu saf ruhuyla doldurabilir ve böylece kendi kaderini ve değerlerini yaratabilirdi. Tek gerçek, bu değerler ve kaderdi. Bu saflaştırılmış benliğin içinden, Tanrı ve insanlık kavramları onun için yalnızca birer hayali yanılsama olan Yalnız Kahraman doğdu. Bu kahraman tek yaratıcıydı. Bütün insanlar kahraman olursa, bu herkes Tanrı olur demekti ve sahip oldukları dünyada krallar gibi yaşayabilecekleri anlamına gelirdi. Böylece Kahraman, insanlığı özgürleştirmek için çabalayabilirdi.
Schopenhauer, bilgeliğe çıkan yolun, yok oluştan geçtiğini savunur. Ona göre, öz saygımızı yaralayan dünyayı inkâr ederek yok edersek eğer, bu küçük insanlara hükmeden süper insanlar olarak tuttuğumuz kinleri unutup, Tanrı ve insanlık yüzünden haksız yere acı çektiğimiz gizli tutkularımızı gerçekleştirebiliriz. Schopenhauer, düşüncelerinde hem insanların arasında hem de onların üstünde bir başımıza yürüdüğümüz yaşamdan gizli bir kaçış demektir. Fakat, ne yazık ki bu yalnızlık, dostluk için ve büyüklüğümüzü paylaşabilmek adına bir Tanrı için şiddetli bir istek uyandırır.
VIII
1865’te Prusya ile Avusturya arasında çıkan savaş, Nietzsche’yi koyu bir Prusya vatandaşı yapmıştı. Orduya katılabilmek için tam iki kez gönüllü olmuş, ancak her seferinde görme bozukluğu sebebiyle reddedilmişti. Nietzsche, o zamanlar Spandau’da subay olan dostu Gersdorff’u sık sık düşünürdü. Bir gün savaştan sonra, Prusya ordusu ona ahlaki değerleri hiçe sayan bir güç gibi göründüğünde, dostuna bu satırları yazdı: “Böyle bir ordumuz olduğu için ve – horribile dictu14 – böyle bir bakanımız olduğu için gurur duymalıyız.” Peki Saksonya’ya ne olacaktı? Genç Treitschke15 ve dostları, Saksonya’nın Prusya’ya katılması için bir çağrıda bulundu. Nietzsche, güçlü ve kuvvetli Prusya ruhunun sürdürülebilmesi için onlarla hemfikirdi. Aynı zamanda Fransa’yla yaşanacak savaşı da öngörmüştü. Eğer Paris, Avrupa’nın merkeziyse, yenilgiye uğrayan Avusturya, yakında destek için Fransa’ya dönecekti. Bu yüzden Prusya’nın iyiliği için Fransa’nın zamanında yenilgiye uğratılması gerekiyordu.
Nietzsche, ordu tarafından reddedildiği için bir nevi rahatlamış sayılırdı. Ne olursa olsun, Leipzig’deki ikinci yılı oldukça keyifli geçiyordu. İdeal bir savaş geçirmiş, ideal bir filozof olmuş ve şimdi de uzaktan ideal bir kadını seviyordu. Aktris Hedwig Raabe ile nasıl tanıştıkları bilinmese de birkaç kere görüşmüş, Temmuz 1866’da Leipzig’de sahne aldığı hiçbir geceyi kaçırmamıştı. Nietzsche bu kadını “zarif melek” diye severdi. Daha sonraları Maximilian Harden, aktrisin Nietzsche’nin tüm hayatı boyunca hayranlık duyduğu ideal kadının vücut bulmuş hali olduğunu söyledi (Elisabeth’e göre de bu tabir doğruydu). Kız kardeşi bir keresinde, aktrisin hayatının saflığından şüphe ettiğini söyleyen birine karşı abisinin duyduğu öfkeye şahit olmuştu. Eğer Hedwig Raabe, Nietzsche için sadece platonik bir aşksa, bu aşk oldukça güçlü olmalıydı, çünkü Férster, Nietzsche hakkında yazdığı biyografide, hayatına daha önemli kadınlar girmiş olmasına rağmen, yalnızca Hedwig Raabe’in fotoğrafına yer vermişti.
O yaz ülkede kolera salgını patlak verdi ve ekim ayında Nietzsche annesiyle Kosen’e yerleşti. Nietzsche’nin hastalık korkusu belki de ilk olarak bu sıralar başlamıştı. Salgın boyunca hastalığa iki kez yenik düştüğüne inanan Nietzsche, koleradan ölen bir adamın cesediyle aynı evde geçirmek zorunda kaldığı geceyi ömrü boyunca asla unutamadı. O geceyi daha sonraları,