her zaman gerginlik yarattığı için daima üstünlük duygusuna yönelik dengeleyici bir eylem olacaktır. Ancak artık sorunu çözmeye yönelik bir eylem olmayacaktır. Bu yüzden de üstünlük kurmaya yönelik bu hareket yaşamın yararsız yönüne doğru gerçekleşecektir. Gerçek sorun rafa kaldırılacak ya da dışlanacaktır. Birey kendi hareket alanını sınırlandırmaya çalışacak ve başarıya doğru kendini zorlamak yerine yenilgiden kaçınmakla meşgul olacaktır. Tereddüt eden, duraklama dönemine giren ya da zorluklarının karşısında geri çekilen bir birey resmi çizecektir.
Böyle bir tavırla alan korkusu vakalarında kolaylıkla karşılaşılabilir. Bu belirti “Daha ileri gitmemeliyim. Kendimi bildiğim koşullarda tutmalıyım. Yaşam tehlikelerle dolu ve bunlarla karşılaşmaktan kaçınmalıyım” görüşünün dışavurumudur. Bu tavır sürekli bir şekilde yürütüldüğünde birey kendisini bir odaya kapatacak ya da yatağına çekilip orada kalacaktır. Zorluklar karşısında geri çekilmenin en kusursuz dışavurumu intihardır. Burada birey yaşamın tüm sorunları karşısında yenilgiyi kabul eder, durumunu iyileştirmek konusunda hiçbir şey yapamayacağına dair inancını belli eder. İntihar düşüncesindeki üstünlük arayışını intiharın her daim bir sitem ya da intikam olduğunu fark ettiğimizde anlayabiliriz. Her intihar vakasında intihar edenin kendi ölümünün sorumluluğunu yüklediği bir başkasını bulabiliriz. Sanki kişinin intihar eylemi “Tüm insanlar içinde en hassas ve en duygusal olan kişi bendim ve sen bana en gaddarca biçimde davrandın,” der.
Belli bir dereceye kadar her nevrotik birey eylem alanını, içinde bulunduğu durumun tümüyle olan temasını kısıtlar.
Karşısına çıkan yaşamın üç gerçek sorununa karşı mesafesini korumaya çalışır ve kendini etrafına hükmedebileceğini hissettiği koşullarla sınırlandırır. Bu şekilde davranarak kendisi için dar bir ahır inşa eder, kapıyı kapatıp tüm yaşamını rüzgâr, güneş ışığı ve temiz havadan uzakta geçirir. Çevresi üstünde zorbalık yaparak mı yoksa mızmızlanarak mı egemenlik kurduğu eğitimine bağlıdır: En işe yarar olarak belirlediği ve amacına en uygun gördüğü aracı seçecektir. Bazen, şayet bir yöntemden memnun kalmazsa bir diğerini deneyecektir. Her iki durumda da amaç aynıdır: Durumunu geliştirmek için çaba harcamadan üstünlük duygusu elde etmek. En çok gözyaşları sayesinde zorbalık edebileceğini öğrenen cesaretsiz çocuk mızmızın biri oluverecektir ve böylece mızmız bir çocuktan yetişkin bir melankoliğe doğrudan bir gelişim hattı izleyecektir. Benim “suyun gücü” olarak tanımladığım araç niteliğindeki gözyaşıyla şikâyet ise artık işbirliğini altüst etmede ve diğer insanları kölelik konumuna indirgemede son derece güçlü bir silah olabilir. Utangaçlık, mahcubiyet ve suçluluk duygusu çekenlerde olduğu gibi böyle insanlarda da yüzeysel olarak aşağılık kompleksiyle karşılaşırız. Rahatlıkla zayıflıklarını ve kendilerine bakmada yetersiz olduklarını kabullenirler. Saklayabilecekleri şey aşırı derecede yüksek üstünlük kurma hedefleri, yani ne pahasına olursa olsun her şeyde birinci olma arzularıdır. Diğer yandan böbürlenmeye alışkın bir çocuk ilk bakışta üstünlük kompleksini açığa vurur. Söyledikleri yerine davranışlarını inceleyecek olsak itiraf edilmeyen aşağılık duygusunu hemen keşfederiz.
Sözde Oidipus kompleksi gerçekte nevrotik bireyin özel bir “dar ahır” durumundan başka bir şey değildir. Şayet birey genellikle dünyadaki önemli sorunlardan biri olan aşkla yüzleşmekten korkuyorsa kendini bu sorundan kurtarmakta başarılı olamayacaktır. Eğer hareket alanını aile çevresiyle sınırlandırırsa cinsel çabalarının bu sınırlar içinde detaylandırıldığını görmek bizi şaşırtmayacaktır. Güvensizlik duygusundan dolayı ilgisini en çok aşina olduğu az sayıdaki kişinin dışına asla taşıyamamıştır. Diğerlerine alışık olduğu biçimde hükmedemeyeceğinden korkmaktadır. Oidipus kompleksi kurbanları genellikle anneleri tarafından şımartılmış, isteklerinin kendilerine bunların yerine getirilmesi hakkını da getirdiğine inanmaya alıştırılmış ve kendi bağımsız çabaları sayesinde evlerinin sınırları dışında sevgi ve aşk elde edebileceklerini asla fark edememiş çocuklardır. Yetişkinlik yaşamlarında annelerine aşırı derecede bağlı kalırlar. Aşk yaşamlarında kendilerine denk bir eş değil de bir hizmetçi ararlar. Ve onlar için desteğinden en çok emin oldukları hizmetçi de anneleridir. Muhtemelen herhangi bir çocukta Oidipus kompleksini kışkırtmayı başarabiliriz. Tek ihtiyacımız olan şey annesinin çocuğu şımartması, ilgisini diğer insanlara yaymasına izin vermemesi ve babasının görece kayıtsız ve soğuk davranması olur.
Bu sınırlı hareket vaziyeti nevrozun tüm belirtilerine benzemektedir. Kekeleyen kişinin konuşmasında tereddütlü tavrını fark edebiliriz. Sosyal duygusundan arta kalanlar onu hemcinsleriyle ilişki kurmaya iter ancak kendisinin önemsiz olduğuna dair düşüncesi, sınanmaktan korkması sosyal duygusuyla çelişir ve konuşmasında tereddüt eder. Okulda “geri kalmış” çocuklar, otuzunda ya da daha ileri yaşta hâlâ iş bulamamış ya da evlilik sorununu rafa kaldırmış insanlar, aynı hareketleri tekrar ve tekrar etmek zorunda olan zorlanım nevrotikleri, gündelik işlerle kendilerini bezdiren uykusuzluk hastaları – bunların tümü yaşamın sorunlarını çözmede ilerleme kaydetmelerini engelleyen aşağılık kompleksini sergilerler. Kendi kendini tatmin etme, erken boşalma, cinsel iktidarsızlık ve sapıklık yaşam tarzında bir aksaklık gösterir ve diğer cinsiyete yaklaşmada yetersizlik korkusuna neden olur. Şayet “Neden insan yetersizlikten bu kadar korkar?” diye sorsak buna eşlik eden bir üstünlük hedefi ortaya çıkacaktır. Sorunun yanıtı şudur: “Çünkü birey kendisine çok yüksek bir başarı hedefi belirlemiştir.”
Aşağılık duygularının kendi başlarına anormal olmadıklarından bahsetmiştik. İnsanlığın konumundaki tüm gelişmelerin nedenidirler. Örneğin bilim ancak insanlar kendilerini cahil hissettiklerinde ve geleceği tahmin etme ihtiyacı duyduklarında ortaya çıkar: İnsanların tüm durumlarını geliştirme, evren hakkında daha fazla bilgi edinme ve evreni daha iyi kontrol edebilme çabalarının bir sonucudur. Aslında bence insanlık kültürümüzün tamamı aşağılık duygusuna dayanıyor gibi görünmektedir. Örneğin tarafsız bir gözlemcinin gezegenimizi ziyaret ettiğini hayal edecek olsak kesinlikle şu sonuca varırdı: “Tüm birliktelikleri ve kurumlarıyla, güvenlik konusundaki tüm çabalarıyla, yağmurdan korunmak için kurdukları çatılarıyla, kendilerini sıcak tutmak için kullandıkları kıyafetleriyle ve ulaşımı kolaylaştırmak için döşedikleri yollarıyla bu insanlar besbelli yeryüzünün sakinleri içinde en zayıfı olduklarını düşünüyorlar.” Bir bakıma insanlar tüm yaratıkların en zayıfıdır. Bir aslanın ya da gorilin gücüne sahip değiliz ve çoğu hayvan yaşamın zorluklarıyla tek başına mücadele etme konusunda daha iyidir. Bazı hayvanlar zayıflıklarını birleşerek telafi eder, bir sürü kurarak bir araya gelirler. Ancak insanoğlunun dünyanın her yerinde karşılaşabileceğimiz herhangi bir işbirliğinden daha çeşitli ve derin bir işbirliğine ihtiyacı vardır. İnsanın çocuğu bilhassa zayıftır ve uzun yıllar boyunca ilgi ile korumaya ihtiyaç duyar. Her insan bir kez tüm insanların en küçüğü ve zayıfı olduğundan ve insanlığın işbirliği olmadan kaderi tamamen çevrenin insafına kaldığından kendini işbirliği kurma konusuna geliştirmemiş bir çocuğun nasıl da kaçınılmaz olarak karamsarlıkla değişmez bir aşağılık kompleksine sürükleneceğini anlayabiliriz. Hatta yaşamın işbirliğine en yatkın bireyin karşısına da sorunlar çıkarmaya devam edebileceğini anlayabiliriz. Hiçbir birey kendisini nihai üstünlük hedefine ulaşmış, çevresinin tam anlamıyla hâkimi konumunda bulamaz. Yaşam çok kısa, vücutlarımız çok zayıf, üstelik yaşamın önemli üç sorunu her zaman daha zengin ve kapsamlı çözümler gerektirecektir. Her zaman bir çözüme yaklaşırız ancak asla başarılarımızla tatmin olmayız. Mücadele her halükârda devam edecektir. Ancak işbirliğine yatkın birey için bu umut verici ve katkıda bulunan bir mücadele olup genel