şöyle demiş: “Size aydan mesaj getirdim: Ben nasıl ölüyor ve yok oluyorsam, siz de aynı şekilde ölecek ve tamamen yok olacaksınız.” Sonra tavşan aya dönmüş ve insanlara söylediklerini anlatmış. Ay onu öfkeyle azarlayarak “Benim söylemediğim bir şeyi insanlara mı anlattın?” demiş. Ardından tavşanın kafasını yarmak için bir balta almış ve balta tavşanın üst dudağına gelerek derin bir yara açmış. Bu tavra öfkelenen tavşan ayın üzerine atılmış ve yüzünü çizmiş. İşte şu an ayın yüzeyinde gördüğümüz noktalar bu çiziklerdir.
Gördüğünüz gibi Hottentot’lar, tıpkı Tylor’dan öğrendiğimiz gibi doğadaki her şeye canlıymış gibi davranıyorlar, bir insan ile bir hayvan veya hayvanlarla bitkiler ya da bitkilerle taşlar arasında nasıl bir fark olduğunu gerçekten bilmiyorlardı. Doğadaki her şey yaşamla donatılmış, tıpkı insanlar gibi konuşabiliyor ve hareket edebiliyordu ancak hayvanların, bitkilerin ve doğadaki diğer nesnelerin konuşabildiği bu dili yalnızca bilge insanlar anlayabiliyordu.
Bu nedenle doğanın tümü ilkel insanlar için büyük bir gizemdi ve bu nedenle dikkatlerini çeken neredeyse her nesneye tapmak için hazırlardı.
Sonra bedenlerinin içinde kendi olağan yaşamlarından oldukça farklı bir ruhun yaşadığına dair kapıldıkları garip hissiyat, onların bu ruha dair tuhaf şeyler hayal etmelerine sebep oldu: İlk olarak bedenlerini terk edip bir kuş veya hayvan şeklinde bağımsız yolculuklara çıkabileceklerine ya da bir İskandinav devinin ünlü hikâyesinde (bu hikâyede devin kalbi uzakta, gölün kenarındaki bir adada yer alan kilisede bulunan bir yumurtanın içindeydi) olduğu gibi, bir hayvanın veya başka bir nesnenin içinde güvenle kalmak için saklanmış olabileceğine inandılar. Bu ilkel dönemi kapsayan pek çok hikâyede, insanın şansı genellikle hayatını temsil eder ve Algonkin Kızılderililerinin aşağıdaki hikâyesinde olduğu gibi kendisinin dışındaki bir nesneye bağlıdır. Bu hikâye ayrıca, bahsettiğim tüm tuhaf kavramları ortaya koymasının yanı sıra suna ördeğinin görüntüsüne de bir açıklama sunar ve Keklik’in eşlerinden birinin nasıl bir ördeğe dönüştüğünü, ayaklarının ve tüylerinin neden kırmızı olduğunu anlatır.
Bir zamanlar ormanda bir avcı yaşarmış. O kadar küçük bir erkek kardeşi veya ruhu varmış ki onu bir kutuda saklar, dışarı çıktığında kötü ruhun onu ele geçirmesinden korktuğu için kutuyu çok dikkatli şekilde kapatırmış.
Bir gün ormana dönerken nehir kıyısında bir kayanın üzerine oturmuş mokasen2 yapan çok güzel bir kız görmüş. Bir kanoya binip onu yakalamak için sessizce kürek çekmiş ancak avcının geldiğini gören kız suya atlayıp gözden kaybolmuş. Nehrin dibinde yaşayan annesinin yanına gelince annesi ona avcının yanına dönmesini ve onun karısı olmasını söylemiş. “Çünkü artık,” demiş, “sen o adama aitsin.”
Avcının adı Mitchihess, yani Keklikmiş. Kız, avcının kulübesine geldiğinde adamı yerinde bulamamış. O dönene kadar her şeyi ayarlamış, dallardan bir yatak yapmış. Gece çökünce avcı elinde bir kunduzla çıkagelmiş ve kunduzu ikiye bölerek yarısını pişirmiş, diğer yarısını da kenara koymuş. Sabah kız uyandığında, avcı çoktan gitmiş ve kunduzun diğer yarısı da ortadan kaybolmuş. O gece avcı, başka bir kunduzla eve dönmüş ve o gün de aynı şeyler olmuş. Sonra kız avcıyı gözetlemeye ve olanların ne anlama geldiğini öğrenmeye karar vermiş.
Yatağına uzanmış ve bir gözü açık şekilde uykuya dalmış. Çok geçmeden adam sessizce uyanmış, kunduzun kalanını pişirip eline bir anahtar alarak kilitli bir kutuyu açmış ve içinden kırmızı bir cüce çıkarıp onu beslemiş. Ufaklığı yeniden kutuya koyup, kilitleyip yatağa dönmüş. Bu cüce kunduzun hepsini yemiş ancak avcı onu kutusuna koymadan önce yıkayıp saçlarını taramış, cüce bundan memnun görünüyormuş.
Ertesi sabah kocası evden ayrılınca kadın anahtarı aramış, bulunca kutuyu açmış ve küçük adama dışarı çıkmasını söylemiş. Kadın onu yıkayıp tarayacağına dair söz verse de cüce uzun süre bunu yapmayı reddetmiş. Sonunda ikna olunca kadın onu kutudan çekip çıkarmış ancak kadın ona ne zaman dokunsa, elleri kıpkırmızı oluyormuş. Kadın bunu önemsememiş, istediğinde elini yıkayıp temizleyebileceğini düşünmüş ancak kadın onu tararken korkunç bir varlık, bir şeytan içeri girip cüceyi alıp kaçmış.
Kadın çok korkmuş. Ellerini yıkamaya çalışırken kırmızı lekenin gitmediğini görmüş. Kocası o gece eve döndüğünde eli boşmuş, kırmızı lekeleri görünce olup bitenleri anlamış ve onu dövmek için yayına uzanmış. Bunu gören kadın nehre koşup boğulmak pahasına da olsa ölümden kurtulmak için suya atlamış ancak suya girer girmez ördeğe dönüşmüş. Kırmızı lekesinin izleri bugün bile ayaklarında ve tüylerinde görülebilir.
Bu hikâyede çok garip bir geleneğe atıfta bulunulduğunu fark edeceksiniz: Avcı, kızı karısı olması için kibarca ikna etmeye çalışmak yerine onu direkt karısı olarak esir alan biri olarak tasvir ediliyor. Bu da bunun, kökeni çok eskilere dayanan bir mit olduğunu gösteriyor çünkü uygarlaşmamış insanların, erkekler tamamen medenileşmeden önce bile kadınlara çok daha nazik davranmayı öğrendiklerini kanıtlayan başka pek çok hikâye vardır.
Uygarlaşmamış insanların böylesine tuhaf inançlara nasıl sahip olabildiklerini kesin olarak söylemek zordur. Bazıları onlara içlerinde olağan yaşamlarından ayrı bir ruh olduğunu düşündürenin rüyalar olduğunu; bir şelalenin akması, yaprakların hışırtısı ya da birbirine vuran taşların sesinin, ilk insanın eğitimsiz zihnine kendi yaşamı gibi bir yaşamın işaretleri olarak göründüğünü iddia etmektedir.
Eski dönemlere ait bir diğer inanç da büyü ve büyücülüktür. İlkel insan gök gürültüsünü taklit ederek yağmur yağdırabileceğini hayal ederdi ve bunu da su kabağının içindeki kurumuş tohumları sallayarak yapardı. Aslına bakıldığında büyü, doğa kanunlarının tamamen dışında kalan yollarla istenen herhangi bir etkinin ya da olayın üretilmesidir. İlkel insanlar doğa yasaları ve insanların keşfetmesi çağlar süren ve henüz keşfedilmemiş yasalar hakkında hiçbir şey bilmediklerinden, yapmak istediklerini başarabileceklerini düşündüren araçlar icat etmekten zevk alıyorlardı. Bazen ruhlardan yardım istiyor, yapmak istedikleri şeyler kötüyse kötü ruhlara başvuruyorlardı. Büyünün rol aldığı sayısız mit vardır, bunların örneklerini ilerleyen bölümlerde verilen hikâyeleri okurken göreceksiniz.
En eski zamanlarda insanlar yiyecekleri için neredeyse tamamen hayvanlara bağımlı olduklarından ve üzerlerinde en canlı izlenimleri bırakan nesneler hayvanlar olduğundan hayvanlara dair hikâyelerin bu en eski zamanlara ait olması muhtemeldir.
Hayvanlara tapmanın da bu dönem ortaya çıkmış olması olasıdır, çünkü hemen hemen her vahşi kabilenin – nadir durumları saymazsak – öldürülmesine asla izin vermediği ve genellikle onun soyundan geldiklerini hayal ettikleri kutsal bir hayvanları vardı.
Çağlar sonra insanlar toprağı ekmeye, tahıl ve sebze yetiştirmeye başlayınca bitkileri ve ağaçları daha çok gözlemlediler ve bunun sonucunda mitlerde bitkiler ve ağaçlar hakkında daha çok unsur yer almaya başladı. Ayrıca kendilerine kutsal hayvanlar gibi, kutsal ağaçlar ve bitkiler de seçerek onlara tapmaya ya da onlardan türediklerine inanmaya başladılar.
Daha sonra insanların gözlem becerileri güçlendikçe doğa olaylarına daha fazla dikkat etmeye başladılar. Gece ve gündüzün birbirini izlemesi onları etkiledi; güneş, ay ve yıldızların hareketlerini not ettiler, bulutlar dikkatlerini çekti, şimşek çakarken ve gök gürültüsü tüm kudretiyle kükreyip sarsarken fırtınalar onların dehşete kapılmalarına sebep oldu. Rüzgâr, yaz meltemlerinde gülümsüyor,