Celil Oker

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIN LOTLUK CESET


Скачать книгу

kestaneciden kocaman bir torba kebap edilmiş kestane almaya karar verdim.

      Mi-Ya Menkul Değerler’in binası yeni yapılmış iki apartmanın arasına sıkışmış eski suratlı bir apartmandı. Taş merdivenlerin sonunda, işlemeli demir bir kapı karşılıyordu gelenleri. Yapının tarihselliğine yakışmayacak büyüklükte pleksiglas bir tabelada kocaman harflerle “Mi-Ya Menkul Değerler: Kat 2-3-4” yazıyordu. Geceleri de aydınlatılıyor olmalıydı tabela. Kaldırım düzeyinden aşağıda kalmış olan Romero’nun vitrininde, az önce sokaklarda yürüyen kadınların üstünde gördüklerime benzeyen giysiler vardı. Saçları, dudakları ve bacakları mor bir kız, Romero’nun alüminyum çerçeveli kapısının önünde sigara içiyordu. Kıza gülümsedim. Kız da bana gülümsedi.

      İşlemeli demir kapıyı ittim. Geniş merdivenlerin bitişiğinde eski usul sürgülü kapısı olan bir asansörün başrolde olduğu bir sahanlık vardı. Asansörün kapısına asma bir kilit takılmıştı. Dışarıdaki pleksiglas tabelanın küçük bir benzeri, merdivenin üstündeki duvarda hafif yan yatmış, üst katları gösteriyordu. Girişin hemen dibinde duran çelik masada kimse oturmuyordu. Benzeri bir binaya girdiğinizde duyduğunuz nem ve küf kokusunu burada algılamadım. Çelik masanın yanındaki geniş ağızlı posta kutularında bir şey yoktu.

      Merdivenlere yöneldim.

      İkinci kata çıktığımda dünyam değişti.

      Eski usul asansörün sürgülü kapısının karşısında olması gereken duvar yerinde yoktu. Tümüyle yıkılmış, yerine boydan boya cam bir duvar getirilmişti. İçerideki aydınlatmanın şiddetinden dev bir akvaryumun önünde gibi hissediyordunuz kendinizi. Camın ardında siyah metal bir masada kısa, siyah saçlı bir kız oturuyordu. Arkasında rengi yeşile çalan kalın cam tuğlalarla örülmüş bir pano vardı. Siyah saçlarını boydan boya yeni moda bir saç bandı gibi ikiye ayıran kulaklık tek kulağını açıkta bırakıyor, uzantısı gelip ağzının biraz aşağısındaki mikrofonla sonlanıyordu. Metal masanın altı açık olduğu için mini etekli, kapkara çoraplı bacakları görünüyordu. Kız durumun farkında olduğu için dikkatli bir biçimde bacak bacak üstüne atmıştı. Kapıyı duvarın geri kalanından ayıran çizgiyi bulmakta zorlandım. Tutup açacak tokmağı falan yoktu, yukarıya doğru kesintisiz yükselen cam blokun. Ancak çok dikkatli birisi görebilirdi, tam belinizin hizasına gelen noktada duran gri harflerle yazılmış “Mi-Ya Menkul Değerler” yazısını.

      Belli belirsiz bir “çıt” sesiyle cam kapının elimin altındaki direnci zayıfladı, kapı içeri doğru açıldı. İçeri girmeme izin veren mekanizma cam duvarın tavanla birleştiği yukarılarda bir yerlerde olmalıydı, kafamı kaldırıp bakmadım.

      İçeri girip metal masadaki kıza doğru yürüdüm.

      Kız müşterilerle iletişim kurslarında öğretildiği gibi doğrudan gözlerime baktı.

      “Hoş geldiniz efendim,” dedi.

      “Hoş bulduk,” dedim. “Süha Bey beni bekliyordu. Adım Remzi Ünal.”

      Geleceğim kendisine haber verilmiş gibi başını salladı. Önündeki masanın dörtte birini kaplayan dokunmatik bilgisayar klavyesine benzeyen yüzeyde bir iki yere dokundu ince uzun parmaklarıyla. Gözlerini tavana dikip bir an bekledi. Sonra omzumun arkalarında bir yere bakarak konuştu.

      “Remzi Bey geldi Nimet Hanım,” dedi. “Remzi Ünal… evet.”

      Trençkotumun düğmelerini çözdüm. Canım feci halde sigara istedi, ama kendimi tuttum.

      Arkamdaki cam kapının görünmeyen mekanizması bir kere daha “çıt” etti. Geri dönüp baktım. Elinde deri şık bir çanta, lacivert takım elbiseli genç bir adam kapının açılmasına dirseğiyle yardım ederek hızla içeri girdi, beni karşılayan resepsiyoniste selam bile vermeden sol tarafa doğru uzanan koridora ilerledi aceleyle. Kız onunla ilgilenmedi.

      “Sizi çok kısa bir süre bekleteceğim Remzi Bey,” dedi bana. “Birazdan gelip alacaklar sizi.”

      Çok beklemedim. Daha ayaküstü gevşeme yöntemlerinden tekini bile sonuna kadar götürememiştim ki, siyah saçlı kızın sağ tarafında, cam tuğlalarla örülmüş duvarın bitişiğindeki ahşap görünümlü pano, tıslayan bir sesle yana doğru açıldı. İki kişiden daha çoğunu alıp alamayacağı kuşkulu küçük bir asansörden bir adam attı adımını dışarı.

      Koyu renk bir takım elbise giymişti, kravatlıydı. Giysilerine uymayan kavruk bir suratı vardı. Boyu benden biraz daha kısaydı, ama sağlamdı adam. Barların önünde gördüğünüz bodyguard’ların aksine, göğsünü şişirip kollarını iki yanda sallamıyor, omuzları düşük, ağırlık merkezi yere yakın, beli çok hafif öne kıvrık duruyordu. Bence işi biliyordu.

      Önce bana baktı. Sonra siyah saçlı resepsiyoniste. Yüzünde bir soru işareti yoktu.

      “Süha Bey’le görüşecek Remzi Bey,” dedi kız.

      İşi bilen adam yana çekilip eliyle asansörü gösterdi. İnce çizgili dudaklarında nezaket gereği bir gülümseme belirmemişti.

      “Teşekkür ederim,” dedim kıza ve asansöre girdim.

      Adam da peşimden girdi. Pano arkasından kapandı. Asansörün içinde düğme filan yoktu. Ama pano kapanır kapanmaz yükselmeye başladık. Asansörün hareketiyle dengesi bozulur gibi olan işini bilen adam, aniden sendeledi. Düşmemek için iki eliyle belime tutundu. Daha rahat tutunsun diye iki kolumu yana açtım. Adam iki üç harekette ellerini koltuk altlarıma, oradan omuz başlarıma getirerek dengesini buldu. Kafamı kaldırıp tepede, köşede duran minicik kameraya gülümsedim. Belli bir hayal kırıklığıyla.

      Asansör belli belirsiz bir vınlamayla yükseliyordu. İşini bilen adamın sırtı kapıya, yüzü bana dönüktü. Birbirimize gülümsemedik. Asansör sanki üç kattan daha yukarı çıktı gibi geldi bana. Sonunda durdu.

      Yine kimse herhangi bir düğmeye basmadan, hafif bir tıslamayla yana çekilerek açıldı asansörün kapısı. Refakatçim atik bir hareketle çıktı asansörden. Kenarda durup geçmeme izin verdi. Onu izledim.

      Bulunduğumuz yer aşağıdakinden çok farklıydı.

      Ne cam tuğlalarla örülmüş duvar ne siyah minimalist masa ne de mini etekli, kısa siyah saçlı bir kız vardı. Kıvrımlı ayaklarıyla klasik görünümlü bir masanın yanında, tayyör giymiş, kırk yaşlarını geçtiğini tahmin ettiğim bir kadın ayakta bizi bekliyordu. Saçları kuaförden yeni çıkmış gibiydi, yüzünde sekreterlikten asistanlığa çoktan geçmiş birisinin güvenli gülümsemesi, elini uzatarak bana doğru ilerledi.

      “Remzi Bey… hoş geldiniz efendim.”

      Kadının elini sıktım. Sanki bir şey yolunda değilmiş gibiydi kadının el sıkışında. Asansör refakatçim, kimseye bir şey demeden küçük egemenlik alanına girip sessizce kayboldu kayan kapının arkasından.

      “Hoş bulduk,” dedim. “Nimet Hanım?”

      “Evet,” dedi kadın. “Süha Bey sizi bekliyor. Pardösünüzü alayım.”

      Trençkotumu çıkarıp Nimet Hanım’ın güvenli ellerine teslim ettim. Kadın trençkotumu sol kolunda ikiye katlı tutarak, sağ eliyle asansörün tam karşısındaki kapıyı işaret etti. Kapı hafif aralıktı. Başımla teşekkür edip, kapıyı ittim. İçeri girdim.

      Benim yerimde siz olsaydınız, bir adım geri çekilip müzenin bekçisini arardınız. Gözünüzün değdiği her yerde yağlıboya tablolar vardı. Küçük tablolar, büyük tablolar, kalın oyma çerçeveler, sade, ince çerçeveler, Boğaziçi manzaraları, portreler, natürmortlar, nüler… Nüler, nüler… Duvarlar tablolarla doluydu. Asılacak yer kalmayınca, yan yana