Celil Oker

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIN LOTLUK CESET


Скачать книгу

giymiş, hafif kırlaşmış saçları özenle geriye doğru taranmış, yüzünde rahat yaşamaya alışmışlıktan öte belirgin bir özellik bulunmayan bir adamdı. Yalnızca gözleri istediğinde rahatsız edici olabilecek bir kararlılıkla bakıyordu. Beni şöyle baştan aşağı hızla inceledikten sonra ayağa kalktı. Bana doğru yürümeden önce eğilip klavyede bir tuşa dokundu, monitördeki hesap tablosuna benzeyen şeylerin yerini zirveleri karlı bir dağ aldı. Uzaktan Erciyes’e benzettim. Flight Simulator’dekinden başka uçaklar kullanabildiğim günlerde Kayseri’ye yaklaşırken hayranlıkla seyrettiğim Erciyes’e.

      Elini uzatmadı bana. Onun yerine odanın ortasında duran iki tek kişilik koltuktan birini gösterdi bana. Kocaman televizyon arkamda kalmıştı. Oturdum. Koltukların arasındaki alçak sehpada kocaman bir kül tablası vardı. Kendi adıma sevindim.

      Süha Zengin olması gereken adam karşımdaki koltuğa oturmadan önce geri dönüp klavyenin yanında duran kocaman kahve fincanını aldı. Şeffaf olmayan bir bira bardağına benziyordu fincan.

      “Hemen geldiğiniz için teşekkür ederim,” dedi o etkileyici sesiyle, oturup bacak bacak üstüne attıktan sonra. “Hafta sonları çalışır mısınız?”

      Koltuğumda geriye yaslandım.

      “Bizim işte seans hiç kapanmaz,” dedim. “Beni nereden buldunuz?”

      “Hatırlı müşterilerimden biri ranseyman verdi diyelim,” dedi gülümseyerek. “Telefonunuzu da ondan aldım. Sizden, birini takip etmenizi istiyorum.” İçgüdüsel bir hareketle kafasını çevirip kapıya baktı.

      Bana bir şey içip içmeyeceğimi sormamasını cebimden sigaramı çıkarıp yakarak cezalandırdım. Hiç oralı olmadı.

      “Kimi?” dedim.

      “Burada çalışanlardan birini.”

      “Neden?” dedim.

      Koltuğunda öne eğilip gözlerimin içine baktı.

      “Bunu size söyleyemem,” dedi. “İstediğim şey, söz konusu kişiyi hafta sonu boyunca takip edip, nerelere gittiğini filan bana eksiksiz bildirmeniz.”

      “Hafta sonu ormana pikniğe gideceğime sizin için çalışabilirim,” dedim. “Ama izleme nedenini bilirsem önemliyi önemsizden daha kolay ayırabilirim.”

      “Size herhangi bir neden söylemeyeceğim,” dedi Süha Zengin. Koltuğunda geriye yaslandı. “Çok ısrar ederseniz uyduruk bir neden verebilirim. O da işinize yaramaz. Bütün bilmek istediğim cumartesi sabahından pazar akşamına kadar evinin dışında ne yaptığını bütün ayrıntılarıyla bilmek. Önemliyi önemsizden ayırmayı bana bırakın.” Son söylediklerinde sesi biraz yükselmişti.

      “Ya evinden hiç çıkmazsa?” dedim.

      “Raporunuz kısa bir rapor olur o zaman,” dedi.

      Sigaramın biriken külünü o tertemiz, kocaman kül tablasına silktim.

      “İzlendiğini bilmesini istiyor musunuz peki?” dedim.

      İçeri girdiğimden beri ilk defa yüzümde ilgisini çekebilecek bir şeyler bulma ihtimali varmış gibi baktı bana. Gözlerinin kenarı biraz daha kırıştı. Bakaloryayı verdin Remzi Ünal dedim içimden. Geriye yaslanıp kocaman bir nefes daha çektim sigaramdan.

      “Bu ihtimali düşünebilmeniz beni sevindirdi,” dedi sonra. “Sizin işinizde izlenenin izlendiğini bilmesinin yararlı olacağı durumlar olabileceğini tahmin ederim. Ama ben istemiyorum. Yeri gelmişken, tam aksine, bu işin yalnızca, ama yalnızca sizinle benim aramda kalmasını özellikle ve kesinlikle istiyorum.”

      Kafamı sallayarak onayladım.

      “Hakkımda ranseyman veren müşteriniz size söyledi mi bilmem,” dedim. “Fotoğraf çekme, telefon dinleme, mektup açma gibi âdetlerim yoktur. Size doğru olduğuna inandığım şeyleri söylerim. Bunlara inanıp inanmamak size kalmış.”

      “Haberim var,” dedi kısaca. Yüzümde bir şeyler aramaya devam ediyordu.

      “Hangi ayrıntıda bir rapor istiyorsunuz?” dedim sonra.

      “Nasıl yani?”

      Gözlerimi Süha Zengin’in arkasındaki duvarda asılı gemi resmine dikip, kesik kesik bir konuşmayla hayali bir rapor vermeye başladım.

      “Kadın evden çıktı. Sokak merdiveninin son basamağında tökezledi. Gökyüzüne baktı. Bulutları görünce şemsiyesini açtı, köşedeki kestaneciden yüz gram kestane aldı.”

      “Hayır, hayır, hayır,” diye sözümü kesti. “Ana hatlar yeter. Evden çıktı. Taksim’e gitti. Sinemaya girdi. Eve döndü. Ana hatlar yeter.”

      Oltanın ucunu yeterince sivriltip sivriltmediğimi merak etmeye başladım. Süha Zengin susunca ben de sustum.

      “Kadın olduğunu nereden anladınız?” dedi sonra.

      “Yaşasın ihtimal hesapları,” dedim içimden.

      “Bu iş için bana vereceğiniz parayı hak ettiğime inanmanız için bir şeyler yapmam gerekli diye düşündüm,” dedim. “O da benim meslek sırrım.”

      “İnandım,” dedi. Ayağa kalktı. İçeri girdiğimde çalıştığı bilgisayara doğru yürüdü. Bilgisayarın yanındaki küçük antika dolaba eğildi. Kalktığında elinde bir zarf vardı.

      Yanıma gelip zarfı bana uzattı.

      “Bu sizin,” dedi. “İçindekiler tedavüle yeni çıkardıkları banknotlardan. İki günlük bir iş için yeter sanırım.”

      Zarfı elimde tarttım. En aşağı küçük parmağım kalınlığındaydı. Sıradan, üzerinde yazı olmayan sarı bir zarftı.

      “Yeter,” dedim. Ceketimin içcebine soktum.

      Kapıya doğru yürüdü.

      “Başlayalım mı?” dedi.

      “Başlayalım,” dedim.

      Sigaramı o kocaman kül tablasında söndürüp koltuğundan kalktım.

      2. BÖLÜM

      Süha Zengin önde, ben arkada, kapıdan çıktık. Nimet Hanım masasında, büyük boy sosyete dergilerinden birini karıştırıyordu. Bizi görünce kafasını kaldırıp gülümsedi.

      “Aşağıya iniyorum,” dedi Süha Zengin, Nimet Hanım’ın yanından geçerken. Kadın baktığı dergiyi kapamadı.

      “Mr. Hull birazdan gelir,” dedi.

      “Sen eğlendir artık ben gelinceye kadar…”

      İşini bildiğinden artık o kadar emin olmadığım kavruk, takım elbiseli güvenlikçinin komutasındaki asansörün tam karşısındaki kapısız aralıktan kayboldu Süha Zengin. Peşinden ilerledim. Bir tür dahili yangın merdiveni gibi dar, metal bir merdivenden, Süha Zengin’in basamaklara her çarpışında çınlayan ayak seslerini izleyerek indim. Merdivenin çizdiği daire tamamlandığında kendimi bir duvarı boydan boya cam, penceresiz küçük bir odada buldum.

      Neredeyse odanın yarısını kaplayan kalın bacaklı, yalın, gri bir masa ve önündeki döner koltuktan oluşuyordu dekor. Masanın üzerinde bir bilgisayar, yanında yukarıdakinden daha küçük bir televizyon ve kablosuz bir telefon vardı. Bilgisayarın ekranına bakınca yanılmadığımı anladım, zirvesi karlı dağ Erciyes’ti. Televizyonun ekranı da yukarıdaki aynı kanalları gösteriyordu.

      Esas manzara odanın bir kenarını boyda boya kaplayan koyu renkli camın arkasındaydı. Belki yirmiyi geçen dizi dizi bilgisayarların önünde, kadınlı erkekli insanlar, çoğunlukla omuzlarına kıstırdıkları telefonlarla konuşarak çalışıyordu. Onlardan biraz yukarıda olduğumuz