Celil Oker

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIN LOTLUK CESET


Скачать книгу

koydum. Gişenin biraz ilerisindeki genel telefona kartımı soktum, ahizeyi omzumla kulağımın arasına sıkıştırıp Zeynep Kadı’nın ev numarasını tuşladım.

      Açılmadan önce dört kere çaldı telefon karşı tarafta.

      “Yine ne var?” diye azarladı bir ses beni sonra.

      Neredeyse cevap veriyordum tuzağa düşüp. Küçük bir aradan sonra, “Şaka… şaka…” diye devam etti pırıl pırıl bir genç kadın sesi. “Şu anda evde miyim değil miyim doğrusu bilemiyorum. En iyisi sinyal sesinden sonra bir şeyler söyleyin. Bakalım sizi arayacak mıyım?”

      Demin uzaktan gördüğüm Zeynep Kadı ile telesekreterdeki seste duyduğum bir şeyler birbirini tutmuyordu sanki. Sinyal sesinden sonra bir şeyler söylemeden telefonu kapattım. Ne söyleyebilirdim ki zaten? Akşam, “dıt dıt”larla dolu mesajı dinleyince epey kızacaktı herhalde. Ben olsam kızardım.

      Fuayedeki suratsız delikanlıdan kâğıt bardak içinde bir kahve alıp doğru dürüst bir sigara yaktım. Kimseler yoktu ortalıkta. Tezgâhın hemen yanındaki iki kişilik bekleme koltuğunda oturup kıraathane usulü bacak bacak üstüne attım. Sol elimde kahve, Mi-Ya Menkul Değerler’in mavi kapaklı faaliyet raporunu kıvrılmış bacağımın oluşturduğu üçgene yerleştirip, sayfalarını sigaramı tutan sağ elimle hızlı hızlı çevirdim.

      Bir menkul değerler kuruluşunu diğerlerinden ayıran ne varsa, Mi-Ya Menkul Değerler’de fazlasıyla vardı, faaliyet raporunun sayfalarında gördüğüm kadarıyla. Güven, uzmanlık, ileri görüşlülük, teknoloji vesaire. Oraları hızlı hızlı geçtim.

      Önce Süha Zengin’in fotoğrafını gördüm. Az önce konuştuğumuz odada, tabloların arasında çekilmişti, sayfanın neredeyse bütününü kaplayan fotoğraf. Ermenegildo Zegna kılıklı üç parçalı bir elbisenin içinde, kolunu masaya dayamış, ayakları çapraz bakıyordu objektife. Demin yukarıda gözüme çarpmayan bir Osmanlı kadın portresi duruyordu ayaklarının dibinde. Yüzündeki zoraki gülümseme gerçeklikten uzaktı.

      Kahvemden kocaman bir yudum aldım. Bir iki kişi afişlere bakarak dolanmaya başlamıştı ortalıkta.

      Süha Zengin’i izleyen sayfalardaki üst düzey yönetici fotoğraflarını hızlı hızlı geçtim. Kıdeme göre ayakta ya da oturan bir sürü kadın ve erkek, borsa durdukça biz buradayız ifadeli suratlarıyla etkilemeye çalışıyordu faaliyet raporunu okuyanları. Pek etkilenmedim.

      Ara kademedekilerin fotoğraflarını da hızlı hızlı geçtim. Takım elbiseler Yeni Karamürsel düzeyine düştü.

      Zeynep Kadı, bilgisayarlarının önünde birbirinin arkasına sıra sıra dizilmiş objektife bakan dealer’ların başında duruyordu. Saçları kumraldı. Gözlükleri öğretmen gözlüğüne benziyordu. Uzun bir etek ve bluz giymişti. Yüzünde neredeyse utangaç bir ifade vardı.

      Sonlara doğru bol bol rakam ve tablo vardı sayfalarda. Faaliyet raporunu kapatıp yanımdaki boş koltuğa bıraktım. Adam gibi bitirdim kahvemle sigaramı.

      Sonra kalkıp AFM sinemalarının en boş salonunda, film boyunca öpüşen iki üniversiteliyle birlikte seyrettim dünyanın en salak komedilerinden birini.

      Sinemadan çıktığımda yağmur hızını artırmıştı. Mi-Ya Menkul Değerler’in faaliyet raporunu ceketimin altına, göbeğimle pantolon kemerimin arasına sıkıştırdım, hızlı hızlı İtfaiye’nin yanındaki otoparka yürüdüm. “Yarın da böyle yağarsa Zeynep Kadı adımını atmaz evden dışarı,” diye düşündüm. Ya da atardı, ne bileyim belki romantiklik damarı tutardı, belki kendine şemsiye almaya çıkardı.

      Beşiktaş’a inip Ortaköy’e doğru sürdüm otomobilimi. Portakal Yokuşu’ndan yukarı çıktım. Sileceklerim haldır haldır çalışıyordu gitgide şiddetini artıran yağmura karşı. Radyoda Queen çalıyordu. Ön cam buğulanmasın diye sonuna kadar açtığım kaloriferin ısısı doğrusu biraz fazla geliyordu, ama yandan üstüme sıçrayabilecek suları düşünerek yan camı açmadım.

      Ulus Parkı’nı geçince gördüğüm ilk taksi durağına yanaştım. Kuyumcular Sitesi’nin, Ulus’un köprüye giden çevre yolu tarafındaki vadinin aşağılarında bir yerde olduğunu öğrendim. Kapısında güvenlikçilerin gelip geçeni kontrol ettiği bir site olmasa diye düşündüm kendi kendime.

      Öyle değildi.

      Kuyumcular Sitesi, yokuştaki caddenin üzerine yan yana dikilmiş iki blok ile biraz gerilerdeki üçüncü bloktan oluşan bildiğimiz sekiz katlı apartmanlardı. Öndeki A ve B bloklarının arasındaki yaya yolu, yirmi metre kadar sonra C Blok’a ulaşıyordu. Ağır ağır önünden geçip caddeyi kesen ilk sokaktan girdim. Otomobilimi iki 4x4’ün arasına park ettim. Yağmura küfredip geri yürüdüm.

      Yağmurda kimsenin bana dikkat edecek hali yoktu. Aradaki yaya yolundan C Blok’a yürüdüm. Önce kapının girişindeki zillerin üzerindeki isimlere baktım. 6 numaranın zilinde isim yazmıyordu zaten. Zillerin hemen yanına eğik olarak yapıştırılmış taksi durağı çıkartmasındaki telefon numarasını ezberledim.

      Apartmanı çevrelediği anlaşılan dar beton yolda, sıkı sıkıya kapatılmış panjurların önünden ilerleyip arka tarafa geçtim. Burası beş metrelik bir bahçeden sonra insan boyundan yüksek duvarlarla çevrelenmişti. Duvarların ötesinde iki kocaman bilbordun arka yüzeyleri görülüyordu.

      Hızlı hızlı öne doğru yürüdüm. Yaya yolundan ön tarafa çıktım. Apartmanların koruması kalkınca yağmur çok daha şiddetlendi. Bu kadarcık gezintide bile pardösümden içeri sızan nemi hissedebiliyordum. Neredeyse koşarak attım kendimi otomobilimden içeri.

      Kaldırımlardaki yayaları ıslatmamak için olağanüstü bir gayretle önce Levent’e, bankaya gittim, Süha Zengin’in verdiği zarftaki gıcır gıcır paraları hesabıma boşalttım.

      Sonra eve gidip dayanabildiğim kadar sıcak suyla, hiç yapmadığım kadar uzun bir duş yaptım. Açık televizyondaki küçük yeşil oklar yukarıyı göstermeye devam ediyordu. Battaniyenin altına girip yukarı kattaki lise öğrencisi oğlan okuldan gelip müzik setini açıncaya kadar uyudum. Gözlerimi açınca ne kadar aç olduğumu anlayıp sırf bu iş için bulduğum uzun sopayla tavana vurmadım. Onun yerine buzdolabındaki son hazır pizzayı ısıttım mikrodalgada. Sesini kıstığım televizyonun önünde, Mi-Ya Menkul Değerler’in faaliyet raporundaki insanların suratına baka baka son kırıntısına kadar bitirdim pizzamı.

      Yalnız yaşayan bir adamın, dışarı çıkmamaya kararlı olduğu bir cuma akşamı nasıl geçerse, öyle bir cuma akşamı geçirdim sonra.

      Yatılı okuduğum ortaokul günlerimden beri, sabahları saat kullanmadan istediğim saatte kalkarım. Yağmurun yağmaya devam ettiğini öfkeyle fark ettiğim bu cumartesi sabahı da fırın işçilerinin işbaşı yaptığı saatlerde uyandım. İlk kahvemi içtikten sonra salonda yarım saat kendi kendime aikido ısınma hareketleri yaptım. Soluğum hızlandı, alnım hafif hafif terlemeye başladı. Hocanın kolunun nasıl olduğunu sormayı bu kez unutmamaya karar verdim. Isınmam bitince duşa girdim.

      Çıkınca bir kahve daha yaptım. Bacağımı kalorifere dayayarak dışarısını seyrede seyrede içtim. Ne servis bekleyen çocuklar ne gazetemle ekmeğimi getirecek olan bakkalın çırağı vardı ortalıkta.

      Çıkmadan önce dün giydiğim pardösünün bu yağmura karşı yeterli olamayacağına karar verip kalın deri gocuğumu çıkardım dolapta durduğu köşeden. Kocaman cepleri, yelken gibi yakaları vardı, kalçalarımın alt tarafına kadar örterdi. Yağmur sınavını aşan botlarımı dün akşam kuruması için kaloriferin altına koymadığımı o sırada fark ettim. Aikido çalışmasına giderken gi’mi, havlu ve iç çamaşırımı