Celil Oker

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIN LOTLUK CESET


Скачать книгу

boğuk sesli bir kadın vardı kulağımda.

      “Aloo…”

      “Süha Bey’le görüşebilir miyim?” dedim.

      “Süha çıktı,” dedi boğuk sesli kadın.

      Süha…

      “Ne zaman döneceğini biliyor musunuz?” dedim. “Ona göre rahatsız edeyim.”

      “Hayır, bir şey söylemedi,” dedi kadın. “Kim aradı diyeyim?”

      “Siz eşi misiniz?” dedim.

      “Evet.”

      “Hanımefendi,” dedim müşteri karısı hitabı sesimle. “Rahatsız ettiğimin farkındayım ama, izninizle ben yine arayacağım Süha Bey’i.”

      “Siz bilirsiniz,” dedi Süha Zengin’in karısı. “İyi günler.”

      Dııııııttttt.

      Bir sigara yaktım, ikinci numarayı tuşladım. Cumhuriyetin 75. yılı şerefine yapılan taktaki logoya her geçen yılı ekliyorlar mıydı?

      Karşı taraf bu sefer hemen açtı.

      “Lütfen sinyal sesinden sonra mesajınızı bırakın,” dedi Türkiye’nin lider GSM operatörünün hoş sesli bayanı. Ne diyeceğimi bir an düşündüm.

      “Ben hafta sonları çalışan adam,” dedim. “Görüşsek iyi olacak. Ben sizi yine ararım.”

      Ahizeyi yerine koyup kartımı aldım. Sigaramdan bir iki nefes çektim. Süha Zengin’i arayabileceğim bir yer daha kalmamıştı. Ahizeyi yeniden elime alıp kartı yeniden ittirdim. Orada olma olasılığının oldukça düşük olduğunu düşünmeme karşın, Mi-Ya Menkul Değerler’in PBX numarasını tuşladım.

      Telefon dört kere çaldıktan sonra açıldı. İşi telefonlara bakmak olmayan bir erkek sesi cevap verdi.

      “Buyurun.”

      “Süha Bey’le konuşmak istiyordum,” dedim.

      “Bir dakika,” dedi adam. Birden kendimi santralin salak asansör müziğini dinlerken buldum bir kez daha. Ayak değiştirdim. Sigaramı yere atıp üstüne bastım.

      “Remzi Ünal da yanılır,” dedim kendi kendime. Belki adam cep telefonunu kapatıyordu işyerine geldiğinde.

      Asansör müziği kesildi. İskelenin önündeki trafik lambalarında yeşil yanar yanmaz fırlamak isteyen otomobiller canhıraş kornalar çaldılar.

      “Buyurun efendim,” dedi Nimet Hanım’ın kendine güvenen sesi.

      Ahizeyi öbür elime aldım.

      “Süha Bey’le görüşmek istemiştim,” dedim.

      “Süha Bey henüz gelmedi Remzi Bey,” dedi kadın.

      Hafta sonları çalışan adam numarası buraya kadardı. Arnavutköy’e boşuna yürümüştüm.

      “Günaydın Nimet Hanım,” dedim. “Sesimi tanıdınız.”

      “İşimin bir parçası,” dedi Nimet Hanım sakin sakin.

      “Keşke olmasaydı,” dedim içimden. Ama bir şey söylemedim.

      Nimet Hanım sessizliğimi kararsızlığıma yordu.

      “Gelince sizi arayalım mı?” dedi.

      “Ben onu yine ararım,” diye cevap verdim kadına “ben” sözcüğünü vurgulayarak. “İyi günler.”

      “İyi günler beyefendi,” dedi Nimet Hanım “beyefendi” sözcüğünü vurgulayarak. İyi bir yönetici sekreteriydi bence.

      İskeleye ulaşan ışıklardan karşıya geçtim yeniden. Hızlı hızlı akan akıntının tersine yürüdüm otomobilime doğru. Koşan eşofmanlılar geri dönüyorlardı, onlara yol verdim. Köpeğini gezdiren yaşlı kadını göremedim. Otomobilime bindim. Çayım torpido gözünün üst tarafındaki düzlüğe, tabak fincanın üstüne kapatılarak konulmuştu.

      İyice arkama yaslanıp, bir elimde soğumaya yüz tutmuş çay fincanım, bir elimde sigaram, önce önümde akan Boğaz’a, uzaklardaki ikinci köprüye, karşıdaki dev elektrik direğine, iki yakayı bağlayan kabloya, sonra iki yanına baktım. Cumartesi erkenden buluşan bir çift aramıza iki araçlık bir boşluk bırakarak yerleşmişti. Otomobillerinin açık penceresinden benim üst kattaki liseli oğlandan sık sık duyduğum tuhaf bir ritim bana kadar ulaşıyordu o sessizliğin içinde. Daha çaycı delikanlı tepelerine gelemeden yolcu koltuğunda oturan kız aşağı inip şiddetle çarptı kapıyı. Arnavutköy yönüne doğru hızlı hızlı yürümeye başladı. Oğlan da indi otomobilden, aynı yöne doğru ama daha yavaş yürüdü.

      “Hallederler,” dedim içimden. Sonra yağmur başladı yeniden.

      Öyle uyarı falan yapmadan başladı. Koca koca damlalarla, insafsızca yağıyordu. “Visibility” 200 metreye düştü aniden.

      Daha camı kapamayı akıl edemeden sol yanım epeyce ıslandı. Akıl edip tümüyle kapayana kadar ıslanmaya devam ettim. Bakalım kapıyı çarpıp çıkan kız bu yağmurda ne kadar direnebilecekti? Cam kapanınca komşudan gelen sesler azaldı. Şimdi yalnızca otomobilin tavanına vuran damlaların tıpırtısını duyuyordum. Sanki taşa tutmuşlar gibiydi.

      Çayımdan bir yudum daha aldım. Aldığıma pişman oldum sonra. İyice soğumuştu.

      Süha Zengin’le konuşamamıştım. Adam evinde ya da işyerinde değildi. Cep telefonuyla bulunmayı da canı çekmiyordu. En azından şimdilik.

      Camlar içeriden ağır ağır buğulanmaya başladı. İçeride oluşan sis, camda dereler halinde birleşip aşağıya inen yağmur sularıyla, arkası hiç kesilmeyecekmiş gibi inen kocaman damlalarla birleşince otomobilin önünü iyice göremez hale geldim. Çok önemsemedim ama. Önümü görmemi engelleyen su ve buhar kalıcı değildi.

      Raporumu verememiştim. Versem ne olacaktı? Dünyanın en kısa ve anlamsız raporuydu. Benim ona anlatacaklarımın çok daha fazlasını akşam televizyonda ballandıra ballandıra anlatacaklardı. Dün bana verdiği zarfın içindekilere göre çok küçük bir karşılık olacaktı benimki.

      Üstelik, hani, bir iki soru da ben sorabilirdim Süha Zengin’e. Belki. Havamda olursam.

      Ama doğru cevaplar almak için doğru sorular sormak gerekiyordu.

      Doğru sorular sormama yardımcı olabilecek biri, bir ihtimale göre vardı.

      Kapıyı çarpıp çıkan kız koşarak gelip iki araçlık boşluğun ötesindeki otomobile bindi. Bir yandan da gülüyordu.

      Ben marşa basınca, az ötedeki bankta denizi seyreden çaycı delikanlı sesi duydu, döndü, çayların parasını almak için bana doğru yürümeye başladı.

      Benim gördüğümü görseniz, çok değil bir saat önce, Ulus’taki bu otobüs durağının önünde, sokak ortasında bir kadının çatır çatır öldürüldüğüne inanmazdınız. Ne polis minibüsleri kalmıştı ortalıkta ne ambulans ne meraklılar. Otobüs durağında iki ihtiyar bekliyordu yağmurdan korunmaya çalışarak. Zeynep Kadı’nın az önce hareketsiz yattığı yerde sular birikmiş, bir gölcük oluşturmuştu. Taksi şoförlerinin sığındığı kulübe kalabalıktı.

      Emek Apartmanı’nın önünde boş yer olmasına karşın durmadım. Bir sokak aşağıda, buralarda ne aradığını merak ettiğim tek kapılı bir Anadol’un önüne park ettim otomobilimi.

      Deri montumun yakasını kaldırıp yağmurun altında hızlı hızlı yürüdüm başımı yere eğerek. Damlaların büyüklüğü ve şiddeti değişmemişti. Tam evde oturup