Celil Oker

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIN LOTLUK CESET


Скачать книгу

ama daha küçüğü asılıydı. Adamlar belki kapıyı açıp müşterilerini karşılamak ister diye hiç oyalanmadan merdivenlerden yukarı fırladım. Merdiven otomatiğini ikinci katta elimi duvar boyunca gezdirerek buldum, ışığı yaktım.

      Apartmanın içinin de dışı gibi boyanma zamanı çoktan gelmiş de geçmişti. Küçük demir bir plakada Abdülkadir Kerim Kurtoğlu yazan gürgen kaplama kapının tokmağına asılı bir naylon torbanın içinde bir ekmek bir de Akit gazetesi vardı. Duvarın dibine ağzı açık bir çöp torbası bırakılmıştı.

      Bir kat yukarı çıktım.

      Buradaki kapıda gazete ve ekmek yoktu. Kapının dibinde bir çift yeni boyanmış, ama taze çamurlu erkek ayakkabısı, üç tane de değişen boylarda çocuk ayakkabısı vardı. Çocuk ayakkabılarının yenilenme zamanı çoktan gelmişe benziyordu. Kapıda üstünde isim yazan plaka yoktu.

      Dördüncü kata geldiğimde merdivenlerin ışığı söndü. Ama ben göreceğimi görmüştüm.

      Kapının dibine dikkatle düğümlendikten sonra bırakılmış yarı şeffaf alışveriş torbasının içindeki mama kutusunun üstünde, mutlulukla havlayan yakışıklı bir köpek kafası bakıyordu bana doğru.

      Artık yerini öğrendiğim düğmeye basıp yeniden aydınlattım merdiven boşluğunu.

      Çelik kapının üstündeki plaka boşluğuna bir kartvizit yapıştırılmıştı. Dış kapıdaki zil butonuna konulmuş “Yıldız Turanlı-Klinik Psikolog” sözcükleri bu kartvizitten kesilmişti. Kartın zemininin bütününe Leonardo Da Vinci’nin dairenin içinde kolları bacakları yana açık evrensel insanının görüntüsü yerleştirilmişti. En üstte okunması güç bir karakterle, “Omen Psikolojik Danışma Merkezi” yazılıydı. Yerdeki paspasın üstündeki “Go Home, Idiot!” sözcükleri karşılıyordu misafirlerini bu dairenin.

      Bu kapının ardında Omen Psikolojik Danışma Merkezi’nin bulunmadığı açıktı ama… zile bastım.

      İçeriden bir öküz böğürdü. Ya da bana öyle geldi.

      Ama kapı açılmadı.

      Çöp torbasının içinden bana bakan mutlu köpeğe hafif bir tekme attım ıslak botumun ucuyla. Zile yeniden bastım. Öküz yeniden böğürdü.

      Kapıya doğru yaklaşan ayak sesleri duymadım. Hiç beklemediğim anda ardına kadar açıldı kapı.

      “Çabuk döndün Zeynep!” dedi kapıyı açan kız daha yüzüme bakmadan. Zeynep olmadığımı anlayınca kapatmadı, ama bir şeyler söylemem için yüzüme baktı kıpırdamadan.

      Onun yerinde olsam, kapıdakinin beklediğim olmadığını anlayınca hızla kapatırdım. Kısa, şilebezi bir gecelik vardı üstünde. Beyaz bacakları kalçalarının birazcık altına kadar açıktı. Sevdiği bir gecelik olmalıydı bu, yıkana yıkana iyice incelmişti, limondan birazcık büyük olan göğüslerini yalnızca bir tülün arkasındaymış gibi sergiliyordu. Yüzünde koyu bir uyku mahmurluğu vardı. Kumral, uzun saçları dağınıktı.

      ”Özür dilerim,” dedim gözlerinden başka yere bakmamaya çalışarak.

      “Buyurun?” dedi hafifçe kapının arkasına saklanarak. “Kimi aradınız?”

      “Zeynep Kadı’yla ilgili,” dedim. “Biraz konuşabilir miyiz?”

      “Zeynep’le mi ilgili?” dedi. Gözleri az, ama çok az bir heyecan gösterdi. “Ne oldu? Siz kimsiniz?”

      “Girebilir miyim?” dedim.

      Heyecan tereddüde dönüştü.

      “Lütfen,” dedim üstüne basa basa.

      “Ah, buyurun,” dedi kapının arkasından içeri doğru çekilerek.

      Botlarımı “Go Home, Idiot!”a iyice sildim içeri girmeden önce.

      Küçük bir girişteydik. Kapının hemen sağında, duvara asılı kocaman bir aynanın önünde portmanto niyetine kullanılan eski suratlı bir sandık vardı. Üstünde koyu renkli iki mantoyla bir yağmurluk, önünde karmakarışık duran ayakkabılar, botlar. Terlik yoktu. Geri kalan duvarlar yukarıdan aşağıya ve boydan boya notalarla dolu dev bir porte sayfasıydı sanki. Enstrümantal olmalıydı parça, şarkı sözleri yazılmamıştı notaların altına.

      “Siz girin içeri, geliyorum ben,” dedi kapıyı açan kız, koridorun öteki ucundaki kapıdan kayboldu aceleyle.

      Montumu çıkarıp sandığın üstüne, ama mantoları ıslatmasın diye biraz kenara bıraktım. Koridordaki tek açık kapı, nereye yönelmem gerektiğini gösteriyordu. O kapıdan girdim.

      “İçeri” bir salon ya da oturma odası değil, bir kütüphaneydi. Tam karşıda, caddeye bakan iki küçük pencerenin olduğu duvarın dışındaki üç duvar boydan boya, tavana kadar kitaplarla kaplıydı. Küçüklü büyüklü, ciltli ciltsiz, yanaşık düzen kitaplar. Kitapları demir yan profillerin üzerine geçirilmiş boyasız, cilasız uzun tahtalar taşıyordu. Bir AnaBritannica takımı, ağırlığıyla üzerinde durduğu tahtanın aşağı doğru bel vermesine yol açmıştı. Kütüphanenin yetmediği, diğer kitapların üstünde yana yatmış başka kitaplardan belli oluyordu. Kitapların altında, tahta kapaklı küçük dolaplar vardı. Zemin uzun tüylü, desensiz mavi bir halıyla kaplıydı. İki pencerenin arasına küçük bir çalışma masası yerleştirilmişti, monitör ve klavyeden geri kalan alan karmakarışık kâğıtlarla kaplıydı. Odanın tam ortasında, karşılıklı bakan yüksek arkalıklı, deri kaplı iki kanepe vardı. Sağdaki kanepenin pencereye bakan ucunun arkasında ayaklı bir lamba yükseliyordu. Lambanın tam altına gelen oturma yeri aşağı doğru çökmüştü hafifçe. Odada yerleşik bir sigara kokusu egemendi. Pencerelerin perdeleri açık olmasına karşın içerisi neredeyse alacakaranlıktı. Dışarıdan bir yerlere vuran yağmurun sesi geliyordu. Emek Apartmanı’nın kalorifer kazanı sıkı çalışıyor olmalıydı, bayağı sıcaktı ortalık.

      Aklı başında bir konuk gibi iki kanepenin ortasında ayakta durdum önce. Sonra kitaplara göz gezdirmeye başladım. Sol taraftaki duvar, psikoloji ağırlıklı İngilizce kitaplarla doluydu. Çoğunluğu ciltliydi. Psikoloji kitapları bitince, sıkı bir polisiye roman koleksiyonu başlıyordu. Yeni polisiyeler, eski polisiyeler…

      Odanın içi birdenbire aydınlanınca geri döndüm.

      Ev sahibemin eli, kapının kenarındaki elektrik düğmesindeydi. Bacaklarını hafif bol bir eşofman altı örtüyordu şimdi. İçini gösteren şilebezi gecelik yerinde duruyordu, ama eteği eşofman altının lastikli belinin içine sıkıştırılmış, bir bluz haline dönüşmüştü. Kız yüzünü yıkamış, saçlarını arkadan toplamıştı. Ayakları çıplaktı hâlâ. Gözlerinde kapıda beliren küçük endişenin küçük izleri vardı.

      Allah kahretsin!

      “Zeynep’e bir şey mi oldu?” dedi kapının dibinde dikilerek.

      “Evet,” dedim.

      “Kötü bir şey mi?”

      Gözlerimin içine küçük bir umutla bakıyordu.

      “Maalesef!” dedim.

      “Ne kadar kötü?”

      Dudakları titremeye başladı.

      “Çok kötü,” dedim.

      Bacakları büküldü. Kapının dibine çöktü.

      Allah kahretsin!

      İki büklüm olmuş, dizlerinin arasına soktuğu kafasını kollarıyla örtmüştü. Ona doğru ilerledim. Omuzları küçük hıçkırıklarla titriyordu.

      Ona