Celil Oker

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-ROL ÇALAN CESET


Скачать книгу

er

      ROL ÇALAN CESET

      O soruyu sormasaydın bu kitap bitmezdi Can.

      1. BÖLÜM

      Otomobilimi, apartmanın yüksek duvarlarla korunmuş avlusunun içine, palabıyıkları yeniçerileri aratmayan kapıcının komutlarına uyarak soktum. Durmamı gösterdiği yere değil, ama inadına, daha ilerideki ulu atkestanesi ağacının gölgesinin altına park ettim.

      El frenini çektim, ama hemen inmedim aşağıya.

      Araç telefonundan birisini aradım. Bilmediğim bir şey için değil, bildiğim bir şeyi bir kere daha doğrulatmak için. Bıyıklı kapıcı, ne bekliyor bu herif çıkmak için der gibi benim tarafa bakıyordu.

      Avlunun içi benim otomobilimi utandıracak kadar yeni, otoyolda geri bırakacak kadar hızlı, otel kapıcılarını heyecanlandıracak kadar pahalı başka otomobillerle doluydu.

      Benimkinden daha temizdi hepsi.

      Telefonu “Hoşça kal!” ya da “Görüşürüz!” veya “Kendine iyi bak!” demeden kapadım. Konuştuğum kişi kelimelere değil, davranışlara önem veren birisiydi. Ona doğru uzanan bir elin kendisine ne kadar uzandığına bakardı. Onu hayal kırıklığına uğratmamıştım dün gece yarısı. Nasıl olsa benim param değildi.

      Sonra indim otomobilimden. Kapıları kilitlemedim.

      “Asansörle son kat,” dedi yeniçeri bıyıklı kapıcı.

      “Çok gelen var mı?” dedim adama.

      “Babasının doğum günü daha kalabalıktı,” dedi bıyıklı kapıcı avlunun geniş kapısından görünen Boğaz’ın sularına bakarak.

      Karşılık vermedim. Yukarıdan dik inen yamacı tutmakta zorlanıyor hissini veren istinat duvarının dibindeki asansöre doğru yürüdüm. Kapısı boydan boya camdı. Asansöre ilk kez bineceklere yukarıda göreceklerini müjdelemek istiyor gibi. İçinde yalnızca üç düğme vardı. En üsttekine bastım.

      Hafif bir tıslamayla, hiç titremeden yükselmeye başladı kabin. Avlunun duvarlarını aşağıda bırakır bırakmaz ortaya çıkan Boğaz manzarası ilk kez gelenlerin soluğunu kesmeye adaydı. İstanbul’u yalnızca fotoğraflardan görmüş biri bile Rumelihisarı’nı tanırdı buradan. Ayakta durduğunuz bir helikopterin içinde gibi, durmadan yükseliyorduk. Yer uzaklaşıyor, caddeden geçen otobüsler heybetlerini kaybediyordu asansör çıktıkça. İçimden yükselen sigara içme isteğini bastırdım. Derin derin nefesler aldım manzaraya bakarak. Sigara dumanı yerine istinat duvarının arkasındaki ormanın gönderdikleriyle birleşen Boğaz’ın oksijenini gönderdim hara’ma.

      Asansör durmak bilmedi epey bir süre. Evimin penceresinden görünen apartmanlarda yapsak bu dikine yolculuğu, yedinci kata çıkmıştık belki. Evin sahiplerinin, ayaklarının altında her saniye artan boşluktan yükseklik korkusuna kapılmadıkları açıktı. Eh, artık misafirliğe gelenlerin de varsa korkularını bastırmaları gerekiyordu birazcık. Kendimi yokladım, korkmuyordum. Ezan okumaya şerefeye çıkan müezzinler korkmuyorsa ben de korkmazdım.

      Sonunda durdu. Kabinden çıkmadan önce manzaraya son kez baktım. Keşke bu kadar güzel olmasaydı dedim içimden.

      Asansörden inince normal apartmanlardaki giriş holünün en az dört misli büyük boşlukta bir an durdum. Bir kat yukarıya çıkan merdivenlerin yönünden müzik ve konuşma sesleri geliyordu. O tarafa doğru yürüdüm. Merdivenleri çıktıkça sesler çoğaldı.

      Standart bir futbol sahasının ceza alanı büyüklüğünde bir salondu çıktığım yer.

      Önce kimse beni fark etmedi.

      Frank Sinatra şarkı söylüyordu düşük olmayan bir volümle arka planda. Yirmi yaşında bir kızın doğum günü partisinden bekleyeceğinizden daha büyük bir yaş ortalamasına sahip bir düzineden fazla insan, küçük gruplara ayrılmış, kendi aralarında konuşuyordu ritme uygun hafif hafif yerlerinde sallanarak. Kimse boydan boya kesintisiz camların arkasındaki İstanbul’a bakmıyordu.

      Beni dört kişilik bir divanda tek başına oturan Aylin Arabacı gördü ilk.

      Elindeki bardağı yere bıraktı, uzun eteğinin hepsi iliklenmemiş düğmelerinin denetleme şansı olmayan yırtmacından bacaklarının gözükmesine aldırmadan kalktı, bana doğru ilerledi.

      “Remzi Ünal,” dedi. “Ne güzel sürpriz.”

      Sürprize o kadar şaşırmış görünmüyordu.

      “Bazı misafirler çağrılmadan gelir,” dedim.

      “Özür dilerim,” dedi. “Doğum günü partisi benim fikrim değildi.”

      “İyi düşünmüş kim düşünmüşse,” dedim.

      “Babam,” dedi Aylin Arabacı. “Moralim düzelir diye.”

      “Düzeldi mi?” dedim.

      Yüzüme bakmadan vazgeçti.

      “Bu insanları gördükçe daha çok hatırlıyorum Erol’u,” dedi, başparmağının tırnağını dişlerine götürerek. “Tanısaydınız siz de severdiniz.”

      Erol Kaşıkçı’yı ilk gördüğümde içine dört kişinin bile sığabileceği kadar büyük yatağında gözlerini hiç kırpıştırmadan tavana bakıyordu. Şakağında bir delik, elinde bir tabanca vardı. Gördüklerimi Aylin Arabacı’ya anlatmamıştım.

      Kız birden, bir açıdan bakıldığında ev sahibesi olduğunu hatırladı. Elini ağzından çekti.

      “Bir şey içer misiniz?” dedi. “Bar şuracıkta.”

      Başımı salladım. Asansörde içmeyi ertelediğim sigaramı yaktım içki yerine. Belki sonra bir kahve bulurdum kendime.

      “Bir tane de bana verir misiniz?” dedi Aylin Arabacı.

      Paketimi yeniden cebimden çıkarıp tuttum. İçinden aldığı sigarayı yaktım çakmağımla.

      “İçtiğini bilmiyordum,” dedim.

      “Ben de bilmiyordum,” dedi Aylin Arabacı ilk nefeste aldığı dumanı ağzından savururken. “Sizi görünce birden canım istedi.”

      Sigarasından derin bir nefes çekmesine izin verdim.

      “Konuşabileceğimiz bir yer var mı?” dedim sonra. “Şöyle kimsenin bizi rahatsız etmeyeceği bir yer.”

      Dumanlar ağzından denetimsiz dağıldı birden. Ama öksürmedi. Yüzüme merakla baktı. Ben kendi sigarama sığındım. Bir an düşündü kız.

      “Gözetleme Odası’na gidelim,” dedi sonra, başıyla odanın köşesini işaret ederek.

      Başımı salladım.

      Aylin Arabacı bir kül tablası arıyor gibi çevresine baktı. Kimse bize bakmıyordu ama. Sonra vazgeçti sigarasını söndürmekten.

      “Gelin,” dedi başı öne eğik. Ceza sahası kadar büyük salonun öteki ucundaki kapıya yöneldi. Peşinden hareketlendim. Ellerinde kadehler, ayakta laflayan insanların arasından geçmemek için kenardan, barın önünden yürüdük. Kimseyle göz göze gelmemeye çalıştım. Bana bakan yoktu zaten.

      Aylin Arabacı elini kapının tokmağına attı, daha açamadan arkadan gelen sesle durakladı.

      “Doğum günü kızı nereye gidiyor öyle bizi bırakıp?”

      Döndük.

      Partinin en şık kadını ödülüne aday olmak ister gibi giyinmiş olan Aysu Arabacı, elindeki şampanya kadehini dudağına götürmüştü sorusunun cevabını beklemeden. Vücuduna yapışan siyah bir Marilyn Monroe kıyafeti vardı üstünde. Aylin Arabacı sigarasını saklamak ister gibi bir hareket yaptı, vazgeçti sonra. Ben derin bir nefes daha aldım kendi sigaramdan göstere göstere.

      “Remzi Bey hediyesini kimseler görmeden mi vermek istiyor yoksa?” dedi Aysu Arabacı, içkisinden kocaman bir yudum aldıktan sonra. Bir bakıma doğruydu söylediği, sesimi çıkarmadım.

      “Çok mu içtin sen abla?” dedi Aylin Arabacı. Sol eli hâlâ kapının tokmağındaydı.

      “Fırsat bu fırsat,” dedi Aysu Arabacı. “Bundan sonra aylarca ailede doğum günü yok.” Sonra kendi kendine güldü. Sanki çok önemli şeyler biliyormuş da söyleyemezmiş gibi güldü.

      Aylin