Celil Oker

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-ROL ÇALAN CESET


Скачать книгу

diye kükredim olduğum yerden.

      Kapı bir daha çalmadı.

      Paketi açtım. Piştikten epey sonra yeniden fırına sokulmuşa benzeyen çok yağlı, az kıymalı pidemi hızla yedim. Ellerimi yıkamadan gidip yeniden yattım. Televizyon açık kaldı, kızlar yürümeye ben yokken de devam ettiler.

      Bu sefer daha iyi uyudum. Telefon falan da çalmadı.

      Kalktığımda kendimi daha iyi hissediyordum. Televizyonu haber yayınlayan bir kanala getirmedim yine de. Bakkalın çırağı ekmeğimle gazetemi getirmiş mi diye kapının dışına bakmaya da zahmet etmedim. Üst üste iki kahve ve sigaradan sonra yerine geldi kafam. Kahvelerimi hâlâ yürümeye devam eden kızları seyrederek içtim.

      Yeniden uyuyacak halim yoktu. Yapacak işim de.

      Bilgisayarın başına geçtim.

      Biraz uçtum.

      Bilgisayardaki uçuş simülatörleri gerçek uçuşların yerini tutmaz. Tamam, gerçeğe çok yakındırlar, bir oyundan farklı olarak gerçek uçak tepkilerine yakın tepkiler verirler, “realism” modunu maksimumda tutarsanız havada başınıza gelebilecek her şey başınıza gelebilir ama yine de gerçek uçuşların yerini tutmaz. Altınızdaki koltuk tıngırdamaz örneğin, güneş gözünüzü yakmaz, alnınızda zaman zaman beliriveren terler gerçek değildir, kokpitteki elektrik kokusunu almazsınız, göstergeler ne kadar hızla hareket ederse etsin her an mutfağa gidip yeni bir kahve koyabilirsiniz kendinize.

      Bazı uçuşlarda tekerlekler yere değdiğinde arka taraftan yükselen alkışları da koymamışlardır programa.

      Elinizde ne varsa onunla yetinirsiniz.

      Bir klavye, bir monitör.

      Elimden alınan gerçek uçakların yerine, bir klavye ve bir monitörle yetinip uçtum. İptal edilen ticari pilot sertifikamın uçurmama izin verdiği uçaklara elimi bilgisayarda da süremiyordum nedense, Cessna 182RG ile yetinip yalnızca görerek uçuş koşullarında Meigs Havaalanı ile O’Hare International arasında gidip geldim. İki iniş denememin birinde çakıldı uçağım.

      Parçaladığınız uçakların hesabını soran müfettişler de yoktur uçuş simülatörlerinde.

      Allah’tan yoktur.

      Telefon çaldığında kendime değil, gölden karaya doğru esen rüzgâra öfkeliydim. Cessna’mı 030 “heading”de terk edip açtım.

      “Nihayet!” dedi reklamcı arkadaşım.

      Telefona homurdandım.

      “Neyin var senin?” dedi sonra.

      Bir kere daha homurdandım.

      “Geliyorsun çalışmaya değil mi?” dedi.

      “Geliyorum,” dedim kısa kessin diye.

      “Sonra gider bir şeyler yeriz,” dedi.

      Yeniden homurdandım.

      “Anladık, havanda değilsin,” dedi reklamcı arkadaşım. “Ama çalışmaya gel lütfen. Bugün yarın sınavım var, seninle çalışalım.”

      “Çalışalım,” dedim.

      “Görüşürüz.”

      Telefonu kapatınca eve geldiğimden beri ilk kez saate baktım. Sonra pencereden dışarıya. Sakin bir akşam vardı dışarıda. Pencerenin önünde derin derin nefesler aldım. Gidip hiç misafir ağırlamayan misafir odasının kapısının üstüne havalanması için astığım gi’mi toparladım. Bir haftadır havalanıyordu orada. Artık bir de yıkansa iyi olurdu.

      Demek bir derece daha alacaktı reklamcı arkadaşım. Aikidoya birlikte başladığımızda tanışmıştık, ama o işte gösterdiği disiplini dojo’da da göstermiş, kaytarmadığı çalışmaların semeresini, hevesle girdiği ilk sınavda toplayarak önüme geçmişti benim. Artık çalışma başlangıcı ve bitişindeki seremoni dizilişimizde onunla aramda insanlar oluyordu.

      Sınavına yardımcı olup benden biraz daha uzaklaşacağına sevindim.

      Evden çıkmadan önce bilgisayarı kapamadım. Elektrik kesilmezse Cessna’mın 030 “heading”de nerelere kadar gideceğini merak ediyordum.

      Salonunda çalıştığımız, bir zamanlar genç bir kız ile hırslı bir adamın hayatını karıştırmama sahne olan, “seçkin okulun mezunlar derneği”ne varıncaya kadar otomobilimin radyosunu açmadım.

      Sıkı bir çalışma oldu.

      Reklamcı arkadaşımın, sensei’nin ve öteki arkadaşların “Nerelerdesin?” sorularını asık bir suratla cevapladım çalışmadan önce. Isınma sırasında başka saatlerde aynı salonda aerobik yapan kadınların işine yarayan aynalara ben hiç bakmadım. Sensei, çalışmanın başında reklamcı arkadaşımla beni bir köşeye ayırdı. Sınavda istenecek hareketleri bir kez daha sıralayıp bizi birbirimizi mindere fırlatmamız için baş başa bıraktı.

      En çok da yeni başlayan kızla eşleşmek zorunda kalmayacağıma sevindim.

      Beyaz gi’leriyle teknikleri bilerek çalışanların arasında, doğal olarak acemi hareketleri ve en çok da saçlarının rengine uygun, siyah, dar eşofmanlarıyla dikkat çekiyordu ister istemez yeni başlayan kız. Yeni başlayanlar genellikle bir iki çalışmaya gelip, öne ve arkaya taklalarla başlayan, savaş sporuna benzemeyen bu savaş sporunun danışıklı düşüşlerine ısınmadan gi yatırımı yapmazlar. Eşofmanlarıyla, basketbol ve futbol formalarıyla olduklarından daha acemi görünmelerine içten içe sıkılıp, her düşürülüşlerinde bir kez daha test ederler devam edip etmeyeceklerini. Devama karar verenler, çalışma sonrası duşlarını yaptıktan sonra yarı utangaç sorarlar bu beyaz giysilerin nereden alındıklarını. İşi bilenler, “Ha… ona gi deriz…” der ve Sirkeci’deki postanenin oralardaki spor mağazalarının yerini tarif ederler.

      Yeni başlayan kız yakın zamanlarda gi’ye geçecek miydi bilmiyordum, ama bu ilk çalışma için bu kadar dar bir eşofman seçtiğine eminim çoktan pişman olmuştu. Daha çok modern bale gösterilerindeki taytlara benzeyen, vücudunun dikkat çekici bütün kıvrımlarının altını bir kez daha çizen bir şeydi üstündeki. Siyah olması, aralıksız düşüp kalkan o kadar beyazlı arasında daha da dikkat çekmesine neden oluyordu. Her düşüşünde giysinin üst parçasını aşağılara doğru çekiştiriyor, gereğinden çok şey göstermemenin azmiyle yeniden düşüyordu.

      Yine de bir zarafet vardı kızın düşüşlerinde, gözümün ucuyla gördüğüm kadarıyla. Gövdesine yabancı değildi. Hocanın söylediklerini, bir işi kendinden iyi bilenlerle yaparken, direktifleri direnmeden yerine getirmenin önemini bilen birisi gibi dinliyordu. Bu kız devam edecek dedim kendi kendime.

      Biz de devam ettik. Teknikleri hiç ara vermeden, durup soluklanmadan, bir omote bir ura uyguladık durduk. Bu tekniklerle ben sınava girsem, ben bile geçerdim belki bir üst dereceye. Ben de iyiydim, reklamcı arkadaşım da. İş hayatı, müşteri yalakalığıyla geçen birisi için fazla iyiydi hatta. İş hayatı müşterilerinin hayatını değiştirmekle sonuçlanan birisi için fazla iyiydim. Aynalara hiç ama hiç bakmadan birbirimizi düşürüp durduk mindere.

      “Çok sertsin bugün,” dedi reklamcı arkadaşım.

      “İşine bak,” dedim ona. “Sınava girecek olan sensin.”

      “Seni de görürüz ama,” dedi.

      Cevap vermedim.

      Düşünerek değil, kendiliğinden uyguluyorduk teknikleri. Akılla değil, içgüdüyle bükülüyordu eklemlerimiz. Sensei’nin istediği gibi. Kitaplarda yazdığı gibi. Pencerenin önünde uyguladığım gibi. Saldırı