Celil Oker

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-ROL ÇALAN CESET


Скачать книгу

kocaman bir U çizerek futbol sahasının yanından geçtim, yeniden Etiler’e giden yola girdim. Dikiz aynamdaki ışıklarda bir değişiklik olmadı.

      Huzurevinin önüne gelene kadar sustuk. Yeni başlayan kız kafasını önüne eğmiş, düşünüyordu. Bıraktım düşünsün.

      Durakta yolcu indiren otobüsü biraz hızlanarak solladım. Otomobilin ani ivmelenmesiyle biraz geriye kaykıldı. Bu hareket, kararını vermesine yardımcı olmuş gibi kafasını kaldırıp yüzüme baktı yandan.

      Sokak lambasının ışıklarının altında gözlerini görebildim. Onlar da siyahtı.

      “Bana yardım eder misiniz?” dedi kararlı görünen bir sesle.

      “Ne yapmamı istiyorsun?” dedim.

      “Arkamızdakini ekebilirseniz, Levent’in oralarda bir yerlerde iner, kaybolurum ortalıktan.”

      “Sonra ne olacak?”

      Duvarlarında ünlülerin imzalı fotoğraflarının asılı olduğu kebapçının önüne gelmiştik.

      “Bilmem,” dedi. “Bir çare bulurum herhalde.”

      Kararımı bekler gibi yüzüme baktı.

      Düşündüm. Hızla ve umutsuzca düşündüm. Benden istediği çok kolaydı. Önümüzde bir dolu kırmızı ışık, sapılacak bir dolu yan yol vardı. Ama bir kere yan yola saptığınızda artık geri dönülmediğini çok iyi biliyordum. Bir yol diğerine açılırdı hızla. Ve ben aynı hafta içinde, hemen hemen aynı yaşlarda bir başka kızın hayatını değiştirme olasılığından ürktüm. Yeni başlayan kızın adına değil, kendi adıma ürktüm. Bulaşma dedim kendi kendime.

      Bir sürü banka şubesinin yan yana dizildiği meydanın başına gelmiştik.

      “Kusura bakma,” dedim gözlerimi yoldan ayırmadan. “Etiler caddelerinde arabayla kovalamaca oynayamayacak kadar yaşlıyım ben.”

      Meydandaki trafik ışıkları kırmızıya döndü. İçinde dört kadının oturduğu bir taksinin arkasında durdum. Kafamı çevirmedim.

      “Anladım,” dedi yeni başlayan kız. “O zaman iyi geceler.”

      Ani bir hareketle kapıyı açıp otomobilden indi. Bir an arkaya baktı, sonra kapıyı sert bir biçimde kapatıp kaldırıma sıçradı. Sonra hiç duraklamadan koşmaya başladı. Sağdaki sokağa yöneldi, büfenin yanından köşeyi dönüp ortalıktan kayboldu.

      Son gördüğüm düğmeleri iliklenmediği için koştukça iki yana savrulan siyah trençkotu oldu.

      Ellerim direksiyonda kalakaldım.

      Sonra arkamdan kornalar çalmaya başladı.

      Ne yapacağıma karar veremeden öylece durdum. Kornalar daha da şiddetlendi. Yeşil yanalı epey olmuştu anlaşılan. Kornalar kararıma etkili oldu. Otomobili harekete geçirdim. Sağa sinyal vermeden, yeni başlayan kızın girdiği sokağa girdim. Sağa sola bakarak ağır ağır ilerledim. Görünürlerde kimse yoktu. Biraz ileride yol sağa, sola ve ileriye ayrılıyordu. Soldaki sokağın ışıkları yanmıyordu. Umutsuzca sola döndüm. Yine kimseler yoktu. Üstelik isteyen birisi sıra sıra park etmiş otomobillerin herhangi birisinin arkasında üç dört dakika çömelse peşindekileri atlattı demekti. Siyah bir trençkot da, karanlık bir gecede ortadan kaybolmak için çok kullanışlıydı.

      Kendi kendime küfredip otomobili hızlandırdım. Girdiğim sokakta sola sağa kıvrılıp yeniden anacaddeye çıktım. Dikiz aynamda Range Rover’ın ışıkları falan da yoktu artık.

      Direksiyona elimle bir tokat atıp bir şeyler atıştırdıktan sonra, neyi gösteriyorlarsa hiç tartışmadan onu seyretmek için Alkent yönüne doğru ilerledim.

      3. BÖLÜM

      Ne seyrettiğimi filmin sonundaki yazılar çıkmaya başlayınca unuttum. İyice tenhalaşmış sokaklardan geçerek eve geldim. Radyoyu açmaya hâlâ cesaret edemiyordum.

      Evin önündeki otoparkta boş yer yoktu. Küçük bir tur atıp bir üstteki sokağa bıraktım otomobilimi. Alışkanlıkla spor çantama attım elimi çıkarken. Yeni başlayan kızın ipi çekilince ağzı büzülen çantasını o zaman gördüm.

      “Tüh!” dedim.

      Bir sonraki çalışmaya gitmeye mecburdum artık. Siyah dar taytını istiyorsa, yeni başlayan kız da mecburdu. Yukarı çıkarırsam unuturum diye kızın çantasını olduğu yerde bıraktım.

      Kendi çantamı omzuma atıp apartmana yürüdüm. Dış kapı kapanmasın diye koca paspası yine sıkıştırmışlardı araya. Paspası ayağımın ucuyla kenara savurup içeri girdim. Sıkı çalışmanın yorgunluğuyla merdivenleri ağır ağır çıktım.

      Ev bıraktığım gibiydi. Zaten hep bıraktığım gibi olurdu. Girer girmez gi’mi havalansın diye kullanılmayan misafir odasının kapısına astım, terden ıpıslak çamaşırlarımı çamaşır makinesine attım. Telesekreterde mesaj yoktu. Oğlu uyuşturucuya alışan kadın hâlâ cevap bekliyor olabilir miydi benden?

      Su ısıtıcısının düğmesine bastıktan sonra bilgisayarıma gittim. Cessna’m Meigs Havaalanı’nın pist başında hazır beni bekliyordu. Kim bilir nerelerde, ne zaman çakılmıştı kendi başına? Ya rüzgâr ya benzin! Sonra uslu uslu parçalarını toplayıp pistin başına konuvermişti kendi kendine. Bilgisayarı kapatıp yeniden mutfağa geçtim. Kendime okkalı bir kahve koyup ayaklarımı uzattım koltuğun önündeki tabureye. Bir sigara yaktım.

      Kendimi yorgun hissetmeme karşın uykum yoktu. Fashion TV’nin kızlarından sıkılmıştım. Elimi sol tarafıma daldırıp koltuğun yanındaki sepetten eski tarihli bir Atlas dergisi çektim.

      Üst kattan gelen terlik tıkırtılarını dinleyerek dergiyi karıştırdım. Son sayfalardaki yurtdışı tur bilgilerine dikkatle bakarken buldum kendimi sonra. Çekip gitse miydim? Ne kadar süreyle gidecektim peki? Turların hepsinde kaçınılmaz bir geri dönüş tarihi vardı.

      Atlas dergisini yere attım. Gittiğim her yere kendimi de götürdükten sonra anlamı yoktu İstanbul’dan uzaklaşmanın. Uyurdum, kahve üstüne kahve içerdim, antrenmana giderdim, bir başkasının sınava hazırlanmasına yardım ederdim, Moğollar dinlerdim, kötü yemekler yerdim, Cessna’yı uçururdum, düşürürdüm, sigara içerdim.

      Bir sigara daha yakmak için elimi pakete uzattım. Telefon o zaman çaldı.

      Zilin sesini duyar duymaz oğlu uyuşturucuya alışmış kadın bu saatte aramaz diye düşündüm yalnızca. Telefonu açıp açmamaya karar verecek kadar bile zaman geçmeden, neredeyse otomatik bir hareketle ahizeyi elimde buldum.

      “Televizyonu aç,” dedi reklamcı arkadaşım telaşlı bir sesle.

      “Ne?” diyebildim yalnızca.

      “Televizyonu aç oğlum, televizyonu diyorum,” diye tekrarladı. “Şimdi bitecek haber.”

      Sigaramın, çakmağımın, kahvemin ve iki gün önceki gazetelerin karmakarışık durduğu küçük sehpada uzaktan kumandayı zorlukla buldum. Televizyona doğrulturken sordum.

      “Hangi kanal?”

      En şok haberleri sakız gibi çekiştirerek veren televizyon kanalının adını söyledi. Uzaktan kumandanın ortadaki tuşuna baktım. Ahize kulağımdaydı.

      “… Soruşturmanın sürdüğünü bildirdiler,” dedi spiker. Ardından öteki kameraya döndü, Filipinlerdeki fırtınayla ilgili bir şeyler anlatmaya başladı.

      “Ne oldu lan?” dedim. “Kaçırdım galiba.”

      “Bugünkü kız…” dedi reklamcı arkadaşım.

      “Hangi