Celil Oker

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-ROL ÇALAN CESET


Скачать книгу

kapattıktan sonra bir tur daha attım televizyondaki kanallar arasında. Hiçbir şey bulamadım tabii. Yarım saatte bir haber özeti veren kanallar da bu muhtemel aşk cinayetini ciddiye almamışlardı herhalde.

      Televizyonu kapatıp tekrar pencereye gittim. Bir ekip aracı, kırmızı mavi ışıklarıyla ıslak yerleri renklere boyaya boyaya, park etmiş otomobillerin yanından geçti gitti ağır ağır. Bana henüz çıkmayan otomobil hırsızlığı piyangosunu her seferinde emniyet müdürlüğündeki tanıdığına bildiriyordu sitede oturan eski kodamanlardan biri.

      Ayakkabılarımı giydim, anahtarları aldım, kapıyı arkamdan çektim.

      Yağmur sonrası temiz havayı içime çeke çeke otomobilime yürüdüm. Kapıyı açıp arka koltuğa uzandım. Yeni başlayan kızın ipi çekilince ağzı büzülen çantasını aldım. Kendi çantammış gibi omzuma atıp eve döndüm.

      İçeri girince bir kahve daha yaptım önce kendime. Çantayı koltuğun önüne, yere bırakmıştım.

      Öyle bir çantaydı işte. Yuvarlak tabanlı, mavi renkli, üstünde marka falan basılı olmayan. Sıkı sıkı çekilmişti ipi, içindekilerin düşme ihtimali yoktu.

      Kahvemden bir yudum aldım.

      Çantanın ağzını iki yana doğru gevşettim.

      Önce siyah, dar eşofmanın üst kısmı çıktı. Çantanın içinde hava alamadığı için hâlâ ıslaktı. Ense kısmındaki markayı tanımıyordum. Sonra yine ıslak, buruş buruş, yeşil bir plaj havlusu. Altında siyah bir sutyen, külot. Küçük boy ithal bir şampuan. Eşofmanın alt kısmı. Bir iki makyaj malzemesi.

      Boş çantanın nemli iç çeperlerinde gezdirdim elimi. Başka bir şey yoktu.

      Ne olacaktı ki zaten?

      Çantanın yuvarlak zeminini çevreleyen fermuar ilişti gözüme sonra. Açtım.

      Dar bir göz vardı burada. Çantanın geri kalanındakilere temas edip ıslanmasını istemediğiniz şeyleri koyduğunuz.

      Elimi daldırdım.

      Küçük, ince bir kitap geldi elime. Epey eskilerden kalma bir kitap.

      Fizikçiler. F. Dürrenmatt. Çeviren: Zahide Gökberk. Kapağında pistoleyle püskürtülmüş kişiliksiz açık yeşil lekelerden başka bir şey yoktu. Püskürtmelerin biraz sol ortasına yerleştirilmiş daha da açık yeşil bir dikdörtgen zeminin üstüne eski moda harflerle yazılar yerleştirilmişti. Yeşil renk belki zamanla solmuştu, belki kapağı basan matbaanın yapabildiği bu kadardı. Kitabın kapağına birisi tükenmezkalemini denemek ister gibi bir şeyler çizmişti. Arka kapakta siyah çerçeve içinde üç paragraflık bir tanıtım yazısı vardı. Bugün geçerli olmayan bir para birimiyle satılıyordu.

      İçini karıştırdım.

      Ataç Kitabevi Yayınları’nın yetmiş yedinci, tiyatro dizisinin dokuzuncu kitabıydı bu. 1964’ün aralık ayında, İstanbul’da Ekin Basımevi’nde basılmıştı. Çevirmen, iç kapağa dolmakalemle “Seni seviyorum” yazmıştı. İlk adından oluşan imzasını atarken kâğıdın sağından taşırmıştı son harfini sanki aceleyle.

      Kitap minicik harflerle basılmıştı. İlk üç sayfasında Friedrich Dürrenmatt hakkında bir yazı, sonraki sayfada kişilerin listesi vardı.

      Biraz daha karıştırdım.

      Oyun başlamadan önce yapılan uzun açıklamadan anladığıma göre bir akıl hastanesinde bir hemşire öldürülmüştü. Cinayet masası memurları, sahnedeki cesetle ilgilenmekteydiler. Sivil giyinmiş, sakin, telaşsız delikanlılardı, yazarın söylediğine göre. Cinayet masası müfettişinin başında şapkası, sırtında paltosu vardı. Müfettiş oyunun ilk sözcüklerini söylemeden önce kahverengi bir tabakadan bir puro sigarası çıkarıyordu.

      Bazı oyun kahramanlarının konuşmalarının altı çizilmişti. Kimi cümlelerin yanına ünlem, soru, asteriks işaretleri konulmuştu. Kitabın içini çizen kalem kapaktakinden farklıydı. İnce, keskin, net yazan bir pilot kalem kullanılmıştı içeride.

      “Sor?” “Hayır!” “Kim?” gibi küçük sorular vardı kimi konuşmaların yanlarında. 37. sayfadaki “mezamir şairi” sözcüklerinin üstü çizilmiş, kitabın yanındaki boşluğa “Kutsal Kitap şairi???” yazılmıştı yanlamasına.

      Esas eğlence 65. sayfa olması gereken sayfada başlıyordu. O formanın sayfaları bütünüyle yanlış basılmıştı. Pilot kalemin sahibi üşenmemiş, sağ üst köşedeki sayfa numaralarının yanına, kitabın doğru sayfa sırasıyla okunmasını sağlamak için kısa yönergeler yazmıştı, küçük, işlek harflerle. 81. sayfada sona eriyordu düzeltmeler. Dört sayfa sonra da bitiyordu zaten oyun. Son üç sayfada Ataç Kitabevi’nin çıkardığı diğer kitaplar sıralanıyordu.

      Birden kendimi oyunu okurken buldum sonra. Ortalarda bir yerlerde olduğumu fark edince başa döndüm. Ayaklarımı sehpaya uzatıp okudum. Televizyondan daha eğlenceli bir zaman geçirme yöntemiydi. Bayağı heyecanlıydı bana sorarsanız. Son formaya geldiğimde yol gösterme yönergelerini yazan ele teşekkür ettim.

      Bitirdiğimde uykumun geldiğini şaşırarak fark ettim.

      Yeni başlayan kızın hâlâ yerde duran eşyalarını, çıkardığım sırayla çantanın içine soktum. En sonunda Fizikçiler’i de alttaki göze yerleştirdim, fermuarı çektim.

      Çantayı götürüp hiç kullanılmayan misafir odasındaki yatağın üstüne bıraktım. Hani kapısına kendi gi’mi astığım.

      Bu gece daha iyi mi uyurdum, emin değildim.

      4. BÖLÜM

      Borçlu değil, tahsilata adam gönderecek bir alacaklı gibi uyandım. İyi uyandım yani.

      Daha kahvemi koyarken, evin kapısının önündeki hışırtılardan bakkalın çırağının ekmeğimle gazetemi getirdiğini hissettim. Gidip açtım.

      Beni görünce sırıttı.

      “Abi erkencisin bugün,” dedi.

      “Sen de,” dedim. “Dur biraz.”

      Dönüp girişteki portatif ayakkabılığın üstündeki puro kutusunda biriktirdiğim bozukluklardan yarım avuç aldım. Uzattığı eline boşalttım.

      Nereden çıktı bu bahşiş, bayram değil seyran değil der gibi yüzüme baktı.

      “Patrona selam söyle,” dedim.

      Kapıyı ardından kapadıktan sonra, kahvemi alıp içeri geçtim. Pencerenin yanındaki gazete okuma koltuğuna oturdum.

      Aradığım haber üçüncü sayfadaydı.

      Dün gecenin sayfa sekreterleri “Salondaki Ceset!” başlığını kullanarak yaratıcılıklarını sergilemişlerdi. Haberde iki fotoğraf vardı. Biri reklamcı arkadaşımın dün gece sözünü ettiği fotoğraftı anlaşılan. Köklü tiyatroların duvarlarında gördüğümüz türden, işini bilen bir fotoğrafçı tarafından çekilmiş abartısız, yapmacıksız, siyah beyaz bir portre. Yapıldığı fazla belli olmayan makyaj, yeni başlayan kızın yüz hatlarını biraz daha belirginleştirmekten öte bir etkiyi amaçlamamıştı. Fotoğrafın alt tarafında “Güzel tiyatrocuyu kim öldürdü?” yazılıydı. İkinci fotoğrafta on beş on altı yaşlarında bir kız, eliyle bir markete köşe gelen alçak bir balkonu gösteriyordu kolunu uzatmış. “Buradan kaçtı.” Anlaşılan içeriden fotoğraf çekememişlerdi. Genç kız cinayetine, genç kız konu mankeni kullanmalarındaki tutarlılığa da hayran kaldım.

      Haberi okudum sonra.

      Yeni başlayan kızın adı Tuğçen Yavaş’tı.