Celil Oker

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-ROL ÇALAN CESET


Скачать книгу

fotoğraf öyle dandik ehliyet fotoğrafı değildi. Bayağı stüdyoda çekilmiş düzgün bir fotoğraftı.”

      Tiyatrocuların stüdyoda çekilmiş düzgün fotoğrafları olurdu.

      Filipinlerdeki fırtınanın yıkıp devirdiği evlerin ardından polise yakalanan sarhoş haberine başladı spiker ilk kameraya dönüp.

      “Adı neymiş?” dedim. “Duydun mu?”

      “Duydum ama tam anlayamadım,” dedi reklamcı arkadaşım. “Tuğba mı, Tuğçe mi ne?”

      Başka bir kanalda aynı haberi veren olur mu diye art arda basmaya başladım uzaktan kumandanın artı tuşuna. Gözlerim televizyonda sordum.

      “Başka ne dediler?”

      “Vallaha galiba Moda’daymış evi. Önce bir tartışma falan duymuş komşular. Sonra bir gürültüler. Korkmuşlar tabii, kimse gitmemiş bakmaya. Polise telefon edilmiş. Kız evin salonunda yatıyormuş. Ev zemin kat, küçük bir balkonu varmış, oradan atlayıp kaçmıştır belki katil dedi komşular televizyonculara. Kimse bir şey görmemiş ama.”

      Haber falan kalmamıştı kanallarda, yalnızca bir tanesinde takımdan ayrı düz koşu yapan bir futbolcu gösteriliyordu uzun sürdüğü anlaşılan bir spor haber programının sonunda.

      “Yazık,” dedim. “Yakalarlar ama.”

      “Yakalarlar mı dersin?”

      “Yakalarlar,” dedim. “Ya sevgilisidir ya da öyle bir şey. Belki birkaç gün sürer, ama yakalarlar.”

      “Güzel kızdı be,” dedi reklamcı arkadaşım. “Çalışmalara hani renk getirecek demiştim.”

      “Pek farkında değildim,” dedim.

      Tamam, arkadaşım falandı ama her şeyi bilmesinde fayda görmüyordum. Onlar üst katta bir şeyler içiyorlardı kız yanıma geldiğinde. Otopark görevlisinin de kızın yüzünü hatırlayacağını sanmıyordum.

      “Sen ne zaman farkında oldun ki güzel kızların?” dedi.

      Ortalama bir cevap vermeliydim.

      “Artık güzel olmayan kız mı var?” dedim.

      “O da doğru ya,” dedi reklamcı arkadaşım. “Ajanstaki manken kataloglarını bir görsen.”

      “Uğradığımda bir gün bakarız,” dedim.

      “Bakarız,” diyerek sahte bir iç çekti reklamcı arkadaşım. “Hadi iyi geceler. Allah rahmet eylesin sonuç olarak.”

      “İyi geceler,” dedim.

      Ahizeyi yerine koydum. Telefon çalmadan önce içmeye hazırlandığım sigarayı yaktım, ayağa kalktım. Pencereye gittim. Otomobilimi aradım park etmiş öteki otomobiller arasında. Aşağı sokağa koyduğumu sonra hatırladım. Böyle şeyleri hiç unutmam oysa. Kafam başka yerdeydi.

      Her iki meslek hayatım da kadere inanmamayı öğretti bana. Uçuşa başlamadan önce hesaplarınızı iyi yapmazsanız, uçak ağır gelir, pist kısa, başınız belaya girer. Gizli kalmasını istedikleri şeyleri açığa çıkarırsanız, insanların canı sıkılır. Başınız belaya girer. Kader değil, kuraldır.

      Ama benden istenen bir şeyi yapmayarak da bir insanın hayatını ilk kez değiştiriyordum. Daha önceleri hep bir şeyler yapardım. Bu sefer yapmayayım demiştim. Sonuç değişmemişti.

      Yeni başlayan kıza bir borcum var diye düşündüm.

      Belki de İstanbul sokaklarında kovalamaca oynamak için o kadar yaşlı değildim.

      Belki de borcumu ciro ettiği birisini bırakmıştı arkasında.

      Belki de polisten daha şanslı ya da daha hızlı olabilirdim.

      Ahizeyi kaldırdım. Kararımı değiştirmemek için sensei’nin numarasını hızlı hızlı tuşladım.

      Uykulu bir kadın sesi cevap verdi telefona.

      “Bu saatte aradığım için çok özür dilerim,” dedim. “Hocamla konuşabilir miyim? Ben öğrencilerinden Remzi Ünal.”

      Bir dakika beklememi söyledi uykulu kadın.

      Beklerken sigaramı küllüğe bastırdım.

      “Hayırdır?” dedi, sensei’nin sesi telefonda.

      “Hocam, rahatsız ettim,” dedim. “Gerçekten özür dilerim. Önemli olmasa bu saatte…”

      “Ne önemi var Remzi Bey saatin filan? Sizi dinliyorum.”

      Yaşasın aikido dayanışması.

      “Hocam,” dedim. “Kafama takıldı. Bugünkü yeni başlayan siyahlı kız…”

      Bir an düşündü sensei. Sonra konuştu.

      “Evet?”

      Hocanın yüzünde bir gülümseme görür gibi oldum. Anlaşılan geç vakit haberlerini seyretmemişti.

      “Adını hatırlıyor musunuz?”

      “Tuğçen,” dedi hoca, sesindeki dalga geçen tonlamayı sürdürerek. “Soyadını bilmiyorum.”

      “Tuğçen,” diye tekrarladım. “Peki hocam, sizinle nasıl temasa geçti, hani, çalışmalara başlamak için?”

      “Bir ortak tanıdığımız varmış. Onun aracılığıyla.”

      “Sizin için sakıncası yoksa, o tanıdığınızın telefonunu falan alabilir miyim?”

      “Sevmem pek pezevengi, ama ne sakıncası olacak?” dedi sensei. “Bir dakika.”

      Ahize kulağımda bekledim.

      “Buldum,” dedi yirmi saniye sonra. Numarayı söyledi. “İşyerinin telefonu bu,” dedi. “Evi ya da cebi yok bende.”

      “Ne iş yapıyor bu tanıdığınız?”

      “İthalat-ihracat işleri yapar. Ne alır ne satar doğrusu bilmiyorum.”

      “Teşekkür ederim,” dedim.

      “Yalnız onu aramaya ne gerek var?” dedi sensei. “Gelecek çalışmada konuşursunuz kızla. İsterseniz başlangıç tekniklerini filan öğretmek için onu size emanet ederim. Hani istiyorsanız…”

      “Artık Tuğçen’e kimse teknik öğretemeyecek,” dedim. Nasıl olsa öğrenecekti.

      Sesindeki gülümseme kayboldu birden.

      “Ne oldu?” dedi.

      “Kızı vurmuşlar bu akşam,” dedim.

      “Hassiktir!” dedi. “Ölmüş mü?”

      “Evet,” dedim.

      “Aman ya Rabbi!” dedi sensei. “Vallaha üzüldüm. Bayağı da yatkındı aikidoya.”

      “Beni bağışlayın, ama ne bilirsem o kadar iyi,” dedim. “Kızla neler konuştunuz?”

      “Önce telefon etti,” dedi sensei. “Çalıştığımız yeri, saati falan söyledim.”

      “Bu akşam çalışmada?”

      “Çalışmadan önce pek bir şey konuşmadık. Selam melam. Çalışma bitince, ‘Yapabilir miyim sizce?’ diye sordu. Yeni başlayan pek çoğundan iyiydi doğrusu, bunu söyledim.”

      “Bu ortak tanıdığınıza…” dedim. “Ararsam adınızı verebilir miyim?”’

      “Canım ver,” dedi sensei. “Liseden arkadaşımdır. Bilirsiniz liseli arkadaşların hepsi sevilmez.”

      “Teşekkür ederim,” dedim.

      “Bir