Celil Oker

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-ROL ÇALAN CESET


Скачать книгу

kahvemden kalanları bitirip bir daha okudum haberi sonra.

      Etiler caddelerinde kovalamaca oynamaya razı olsaydım, Tuğçen Yavaş şimdi yaşıyor olabilirdi düşüncesini kafamdan atmaya çalıştım. Yaşıyor olabilirdi de olmayabilirdi de. Kimse bilemezdi.

      Gazete haberi bildiklerime fazla bir şey eklememişti. Yine de televizyon izleme koltuğunun alt tarafında biriken Atlas’lar ve öteki bayat gazeteler arasında kaldırılıp çöpe atılmasın diye küçük kütüphanemin en üst sırasındaki kitapların üstüne koydum katlayıp.

      Bildiklerime bir şeyler eklemenin zamanı gelmişti.

      Telefonun başına geçtim.

      Sensei’nin bana dün verdiği numarayı tuşladım. Çok fazla sevmediği sınıf arkadaşının…

      İki kere çalınca açıldı telefon.

      “Sofuoğlu Ticaret,” dedi orta yaşlı bir erkek sesi.

      “Rıza Bey’le görüşmek istiyordum,” dedim.

      “Bir dakika.”

      Kimin aradığını sormaya gerek duymamıştı.

      “Alo?” dedi sonra sesi olgun televizyon spikerlerine benzeyen bir adam.

      “Rıza Bey?”

      “Benim.”

      “Rıza Bey,” dedim. “Adım Remzi Ünal. Telefonunuzu…” Sensei’nin adını söyledim. “…verdi. Bana zaman ayırabilirseniz sizi bir ziyaret etmek isterim.”

      “Hangi konuda?”

      “Bunu gelince söylesem?”

      “Bana sigorta falan satmaya çalışmayacaksınız inşallah,” dedi Rıza Sofuoğlu bilinçle soğuklaştırılmış bir sesle.

      “Hayır,” dedim. “Öyle bir şey değil. Özel bir meseleyi konuşmak istiyorum.”

      “Allah Allah?” dedi Rıza Sofuoğlu. “E buyurun bakalım. Lise arkadaşlarımızın arkadaşını kıracak değiliz ya. Yerimizi biliyor musunuz?”

      “Hayır,” dedim.

      “Kolay,” dedi. Adresi verdi. Karaköy’de, eski borsanın sırasında bir han.

      “Teşekkür ederim,” dedim. “Ne zaman uygun olursunuz?”

      “Ne zaman isterseniz gelin,” dedi. “Ben hep buradayım.”

      “Görüşmek üzere,” dedim. Telefonu kapadım.

      Gidip kendime bir kahve daha yaptım sonra.

      Kahvemi içerken gazetenin geri kalanını okudum. Bildiğimiz ekonomik haberleri bir kere daha, beklenen siyasi gelişmeleri yeniymiş gibi yazmışlardı. Hızlı hızlı okudum. Futbol sayfalarını daha hızlı.

      Gazetem bitince kendimi banyoya attım. Dünkü çalışmadan sonraki üstünkörü duşa inat, epeyce durdum sıcak suyun altında kıpırdamadan. Çıkınca yatak odasına gidip kendime çoktandır giymediğim siyah bir boğazlı kazakla siyah kadife pantolon seçtim.

      Portmantodaki deri montu giyip aynada kendime baktım.

      Beğensem de beğenmesem de, bu bendim işte. Remzi Ünal…

      Remzi Ünal… Şu Hava Kuvvetleri’nden müstafi, THY’den kovulma, kendisine saygısı olan hiçbir “frequent flyer”ın adını bile duymadığı sekizinci sınıf çartır şirketlerinde bile tutunamayan, sayenizde MS Flight Simulator’ün Cessna’sını bile adam gibi indirmekten âciz eski pilot, ex-kaptan, nevzuhur özel dedektif Remzi Ünal.

      Karaköy’de otopark aramayı gözüme yediremediğim için otomobilin anahtarını almadım yanıma. Apartmanın demir kapısının yanındaki panoda asılı aidat listesinde, adımın altının kırmızı kalemle çizili olduğunu gördüm. Öderiz elbet son dört ayın yakıt parasını bir ara dedim kendi kendime.

      Çevirdiğim taksi Açık Radyo dinliyordu.

      “Karaköy’e lütfen,” dedim o yüzden belki kafasını jiletle kazıtmış şoföre.

      Günün gazete haberlerinin yorumunu dinledik hiç konuşmadan Karaköy’e kadar. Tuğçen Yavaş’ın başına gelenler söz konusu edilmedi elbet.

      Sofuoğlu Ticaret’in bulunduğu hanın epey ilerisinde indim. Hava güzeldi ama deri montumu çıkaracak kadar değil. Dört adımda bir derin nefes alıp vererek yürüdüm.

      Hanın girişindeki geniş pasajın ortasındaki merdivenlerin öte yanında kocaman bir asansör kapısı vardı. Önünde hatırı sayılır bir kalabalık bekleşiyordu. Ben merdivenlere yöneldim.

      Dört katı tempomu bozmadan çıktım.

      Dördüncü katta durup nefesimi denetledim. Fena değildi. Gördüğüm ilk iki büronun kapısındaki numaralardan Sofuoğlu Ticaret’in hangi tarafta olabileceğini kestirdim, geniş koridoru denizin aksi yönüne doğru adımladım. Sağdan beşinci kapı, aradığım kapıydı.

      Kapıyı tıklatmadan açtım.

      İçeriden burnuma doğru hafif küf kokusuyla karışmış limon kolonyası kokusu hücum etti. Küf kokusunun kökeni için adayım yerdeki rengi atmış, üzeri bölüm bölüm kelleşmiş duvardan duvara halıydı. En az on beş yıldır değiştirilmemiş çelik dolaplarla kaplıydı bu giriş bölümünün duvarları. Yine çelik bir masada, birkaçı açık kalın klasörlerin arasında kaybolmuş hissi veren ince bıyıklı bir adam oturuyordu. Benden gençti belki ama oda adamı daha yaşlı gösteriyordu. Önünde mekanik bir Facit hesap makinesi vardı. Masanın köşesinde siyah, eski model bir telefon duruyordu. Limon kolonyası görmedim ortalıkta. Gazete de.

      Kafasını kaldırıp bana baktı.

      “Buyurun?” dedi.

      “Rıza Bey’le görüşecektim,” dedim, arkamdan kapıyı kaparken.

      “Biraz bekler misiniz?” dedi. “Tuvalete kadar gitmişti.”

      Sonra sesimi hatırladığını belli etti.

      “Sabah telefon eden beysiniz, değil mi?”

      “Evet,” dedim.

      “Buyurun, oturun. Az sonra gelir.”

      Masanın çaprazında, duvarın dolapsız bir bölümüne dayanmış kocaman siyah deri koltuğu gösterdi. Baş hizasının üstünde uluslararası bir nakliye kuruluşunun takvimi asılıydı. İçinde olduğumuz yıla ait bir takvim.

      Koltuğa oturdum.

      İnce bıyıklı adam klasörlerine döndü.

      Burada sigara içilmiyordu herhalde. Duvarda bu yönde bir levha yoktu ama masanın üstünde ya da koltuğun önündeki küçük metal sehpada kül tablası görülmüyordu. İşyerinin raconuna uymaya karar verdim.

      İnce bıyıklı adam beni unutmuş gibi dosyalarını incelemeye devam etti. Arada bir yandaki küçük bir kâğıda notlar alıyordu. Facit’i hiç kullanmadı.

      İnsanın uykusunu çağıran bir ortamdı bu. Büronun kalın kapısı dışarıdaki sesleri içeri sızdırmıyordu. Telefon hiç çalmadı. Başka kimse girmedi, hanın çay ocağının dağıtıcısı bile. Gece iyi uyumamış olsam gözlerim kendiliğinden kapanmaya eğilimli olabilirdi.

      Gözlerimi Rıza Sofuoğlu’nun odasının kapısı olduğunu düşündüğüm hafif aralık kapıya dikip içimden saymaya başladım. Yüz oluncaya kadar gelecek dedim kendi kendime.

* * *

      Dört kere yüz saydıktan sonra, beşinci yüzün seksen sekizinde açıldı kapı.

      İçeri elini mendille kurulayan bir adam girdi.

      Çok ince çizgili