Elif Usman

Aşk başka yerde


Скачать книгу

bakarken İhsan’ı bir daha hiç göremeyeceğini hissetti. Ama yine de onu durdurmaya, gitmesine engel olmaya çalışmadı. Anlamıştı… İhsan’ı o köyde yaşatmayacaklarını anlamıştı. İhsan için o teknenin taşıdığı anlamı kavramıştı. Umudunun nasıl yok olduğunu gözleriyle görmüştü. Söylenebilecek hiçbir şey yoktu.

      İşte böyle gitti İhsan. Umut onu son kez, bir şafak vakti, alacakaranlığın içinde gözden kaybolmasından bir an önce gördü. Sonraları onu düşünürken hep o anı hatırladı. İhsan’ın geceyle gündüz arasındaki mavilikte gözden kaybolduğu o anı… Belki bir gün tekrar karşılaşacaklarını hayal etti Umut.

      Başka bir yerde…

      İhsan’ın gidişinden sonra köyde hayat hızla eski şeklini aldı. Umut da uzun zamandır ihmal ettiği babasına döndü. Babasının mezarını haftalardır ziyaret etmemişti. Onu ihmal ettiği için suçlu hissediyordu kendini. Bu yüzden içinde garip bir korkuyla yürüdü mezarlık yolunda. Sanki babası mezarından fırlayıp ona kızacaktı. Hayır, daha da kötüsü, ona kızmayıp dargın gözlerle bakacaktı. Babasının mezarına yaklaştıkça içindeki korku büyüyordu.

      Mezarın başına geldiğinde hiç beklemediği bir sürprizle karşılaştı. Gözleri hayretle büyüdü. Babasının mezarının hemen yanında, topraktan bir filiz fışkırmıştı. Birden Umut’un yüzüne geniş bir tebessüm yayıldı. Sonunda hayali gerçek olmuştu. Babası bir ağaca dönüşmüştü.

      Ölümden doğan yaşam, Umut’un küçük yüreğini aydınlattı ve Umut, o ağacın gölgesine sarıldı.

      2. BÖLÜM

      Aşk

      “Aşkın gizemi, ölümün gizeminden daha büyüktür.”

OSCAR WILDE

      Cavidan Hanım tuvalet masasının başında oturmuş, gözlerini aynadaki yansımasından ayırmadan saçlarını tarıyordu. Yıllardır makas değmemiş beyaz saçları, oturmakta olduğu taburenin ayaklarına dek uzanmaktaydı. Bu yüzden, elindeki fırça saçlarının ucuna ulaşamadan tekrar başa dönüyor, tekdüze bir şekilde aynı hareketleri yapmaya devam ediyordu.

      Üzerinde sadece başını ve ellerini açıkta bırakan, uzun, beyaz bir gecelik vardı. Geceliğin altında saklanan bedeni bir deri bir kemik kalmıştı. Kırış kırış olmuş ince yüzü, üzerindeki gecelik ve saçları kadar beyazdı. Kaşlarıyla kirpikleri neredeyse tamamen dökülmüş, renksiz dudakları buruşmuştu. Kömür karası gözleri delice bir parıltıyla ışıldamasa, görünümünün bir cesetten farkı kalmayacaktı.

      Odada duvardaki saatin tiktakları dışında bir ses duyulmuyordu. Cavidan Hanım, hiç gerek olmadığı halde dakikalarca saçını taradıktan sonra fırçayı elinden bıraktı. Ayağa kalktı. Bir hayalet gibi süzülerek ilerledi. Yatağının kenarına oturdu. Odadaki tek ışık kaynağı olan başucu lambasını kapatmadan önce komodinin üzerindeki fotoğrafa baktı. Çok güzel bir kız çocuğunun fotoğrafıydı bu. Cavidan Hanım’ın uzun tırnaklı, korkunç elleri okşar gibi gezindi fotoğrafın üzerinde. Yüzünde adeta aşk dolu bir tebessüm belirdi.

      Birden o sesi yine duydu. Bir çeşit kemirme sesini anırıyordu. Bir fareye ait olduğuna inandığı ses yıllardır peşini bırakmıyor, olup olmadık zamanlarda onu rahatsız ediyordu. Bazen o kadar şiddetleniyordu ki, bu sesi bir değil birçok farenin çıkardığını düşünüyordu Cavidan Hanım. Evin içinde bir yerlerde gizlenmiş fareler yaşadığından neredeyse emindi. Ama fareler asla bulunamıyorlar, yakalanamıyorlar, göze görünmüyorlardı. Seslerini de Cavidan Hanım’dan başkası duymuyordu nedense.

      O gece de fareler korosunun her zamanki şarkısının bitmesini bekleyerek yatağının üzerinde büzüldü Cavidan Hanım. Bu sesi duyarken uyuması imkânsızdı. Onların bir kere başladılar mı sabaha kadar susmayacaklarını da önceki deneyimlerinden biliyordu. Bu yüzden elleriyle kulaklarını kapatarak bir süre bekledikten sonra doğruldu. Komodinin çekmecelerini açarak uyku ilacını aradı. Sonunda buldu. Ama şişe boştu.

      Ses kafasında uğuldamaya başladığı için düşünemiyordu. Böyle zamanlarda hep olduğu gibi oda etrafında dönüyordu. Paniğe kapıldı. Sanki canına kastedilmiş gibi avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı.

      “Sabahat! Sabahaaatttt!”

      Evin tek hizmetçisi olan Sabahat, alt kattaki odasında kaza namazını kılmaktaydı. Cavidan Hanım’ın bağırışını duyduğu halde kılı kıpırdamadı. Zaten namazı yarım bırakıp yukarı koşması olacak iş değildi. Günahtı. İsterse yanında adam boğazlasınlar, yine de umurunda olmazdı.

      Cavidan Hanım’ın durmaksızın “Sabahaaattt!” diye bağıran sesi eşliğinde hiç istifini bozmadan namazını kılmaya devam etti. Sonunda selam verdi, ağır ağır doğruldu, seccadesini topladı, başındaki örtüyü çıkardı. Odadan çıkıp Cavidan Hanım’ın odasına yollandı. Fare kapanlarıyla dolu merdivenleri çıktı, fare kapanlarıyla dolu koridoru geçti, Cavidan Hanım’ın odasına vardı. Kapıyı çalma gereği duymadan açtı. İçeri girdi.

      Cavidan Hanım delirmek üzereydi. Atmaca gibi üstüne atıldı içeri giren hizmetçisinin.

      “Neredesin sen? İki saattir sana sesleniyorum!”

      Sabahat son derece sakin bir sesle karşılık verdi.

      “Namaz kılıyordum.”

      Cavidan Hanım onu duymamış gibi, gözlerini odanın içinde gezdirerek, “Bu ses beni çıldırtacak bir gün,” diye söylendi.

      Sabahat, “Ne sesi?” diye sormadı. “Siz çoktan çıldırmışsınız zaten,” de demedi. İyi bir hizmetçi olarak, aklından geçenleri kendine saklamayı yıllar önce öğrenmişti. Çok gerekmedikçe konuşmazdı. Çoğu zaman olduğu gibi yine susmayı seçti.

      Cavidan Hanım ise söylenmeye devam ediyordu.

      “Yakalayamadın gitti şu fareleri. Ne beceriksiz şeysin.” Sabahat bu fare meselesi ilk çıktığında, yani yaklaşık otuz yıl önce, evde fare mare olmadığını, bahçedeki onlarca kedinin de zaten buna müsaade etmeyeceğini hanımına anlatmaya çalışmıştı. O vakitler gençti tabii, cahildi; şimdiyse elli yaşına gelmiş, tecrübelenmişti. Artık kendini boşu boşuna yormamayı, bazı insanlara laf anlatmanın imkânsız olduğunu anlamıştı.

      Cavidan Hanım boş ilaç şişesini göstererek, mızmız bir çocuk gibi ağlamaklı bir sesle, “Uyku ilacım da bitmiş. Nasıl uyuyacağım ben şimdi!” dedi.

      Sabahat, konuşmasını gerektiren bir durumla karşı karşıya olduğuna kanaat getirerek ağzını açtı.

      “Aşağıda var. Getireyim.”

      Cavidan Hanım’ın bir şey demesine fırsat bırakmadan harekete geçti. Odadan çıktı. Kısa bir süre sonra da elinde dolu bir ilaç şişesi ve bir bardak suyla döndü. Şefkatli bir anne edasıyla hanımına ilacını içirdi, sonra da yatağına uzanmasına yardım etti.

      “Ben uyuyana kadar gitme,” diye buyurdu Cavidan Hanım.

      Sabahat, yatağın yanındaki koltuğa ilişti. Gözlerini boşluğa dikti, Cavidan Hanım’ın uykuya dalmasını beklemeye koyuldu. Cavidan Hanım derin bir iç geçirdi.

      “Eda burada olduğu zaman sesleri kesiliyor. Ama o yokken… Bir türlü rahat huzur vermiyorlar bana.”

      Sabahat Hanım, “Az kaldı,” dedi.

      Cavidan Hanım şaşırdı. “Neye az kaldı?”

      Sabahat,