Elif Usman

Aşk başka yerde


Скачать книгу

içinde uyurgezer gibi ilerlerken, kendini suyun içinde süzülüyormuş gibi hissetti. Görünmez güç tarafından esir alınmış beyni uyuşmuştu. Hiçbir şey düşünmüyordu. Sadece kimliği belirsiz efendisinin talimatlarına uyuyordu. “Sandık,” diye fısıldıyordu efendisi, “Sandığı aç.” Efendinin hangi sandıktan bahsettiğini düşünmeden biliyordu Cavidan’ın aklı. Çatı katı odasında, çürümeye terk edilmiş eşyaların arasında duran, yıllardır görmediği sandığı nasıl daha dün eliyle koymuş gibi bulduğunu bilmiyordu ama.

      “Sandığı aç.”

      Emre sorgusuz sualsiz itaat eden Cavidan’ın yirmi yaşındaki elleri, sandığın ağır kapağını kaldırdı. Kapakla beraber kalkan toz bulutu bir an için gözlerinin görmesini engelledi. Bulutun dağılmasını çabuklaştırmak için elleriyle sabırsız bir haraket yaptı. Gerçekten de işe yaradı bu. Toz bulutu dağıldı ve işte o zaman, sandığın içinde özenli bir biçimde katlanmış duran gelinliği gördü Cavidan . Rum bir terzinin, Avrupa’dan özel olarak getirtilmiş pahalı kumaştan, Cavidan’ın tam üstüne göre diktiği gelinliği…

      Sandığın başında çömelmiş, öylece bakakaldı Cavidan. Sonra, bir kere bile giymek nasip olmadan o sandığın içine gömülen, havasızlığın ve yılların sararttığı gelinliğini mezarından çıkardı. Elinde gelinlikle doğruldu. Hâlâ çıplak olan bedenine gelinliği giydirdi. Gözlerini çatı katının içinde gezdirdi. Üzeri tamamen tozla kaplanmış, kırık bir ayna gördü. Geçti aynanın karşısına, iki parçaya bölünmüş ve tozların ardından hayal meyal seçilebilen yansımasına baktı. Kendisiyle yansıması arasındaki tozu silmek aklına bile gelmedi. Zaten bir şeyin eksik olduğunu fark etmek için kırık ve tozlu bir aynaya da ihtiyacı yoktu.

      Sandığın başına dönüp eksik parçayı aradı, bulamadı. Geniş çatı katı odasının içinde dört dönmeye başladı. Eski eşyaların ve havada uçuşan tozun arasında bembeyaz bir hayalet gibi dolanıyor, anlamsız bir panik içinde aklına gelen her köşeye bakıyordu. Neyse ki gölgesi gibi peşinden ayrılmayan görünmez güç ona yardım etti de, aradığını aniden ayaklarının dibinde buluverdi. Eğildi, Fransız dantelinden yapılmış uzun duvağı yerden aldı. Kırık ve tozlu aynanın karşısına tekrar geçip duvağını başına taktı. Yüzüne geniş, mutlu bir tebessüm yayıldı. Aynaya bakıyor ama aynadaki tozların ardından görünen zavallı gerçeği değil, hayalindeki resmi görüyordu. Ne güzel bir gelin olmuştu… İhsan da çok beğenecekti onu. Beğenecekti, değil mi? Evet, evet mutlaka beğenecekti. Hatta büyülenecekti ona bakarken. O güzel gülümseyişiyle gülümseyecekti. “Güzel gelinim benim,” diyecekti. Nikâhlarının kıyılıp düğünün sona ermesini, odalarına çekilmelerini, baş başa kalmalarını sabırsızlıkla bekleyecekti. Bir an evvel o anın gelmesini isteyecekti. O an geldiğinde de oda kapısını kilitleyecek, sonra dönüp o çapkın bakışıyla ona bakacak, sonra usulca yaklaşıp onu güçlü kollarının arasına alacak, sonra “Meleğim, çiçeğim, karıcığım” diye fısıldayarak onu bağrına basacak, sonra dudaklarını dudaklarına bastıracak ve bir daha da ayırmayacaktı…

      Sanki bütün bunlar gerçekten olmuşçasına mutluluktan ağlıyordu Cavidan. Hiçbir hayal, İhsan’ın karısı olma hayalinden daha mutlu edemezdi onu. İhsan’ın kollarında uyumak ve İhsan’ın kollarında uyanmaktan daha güzel bir hayal düşünemezdi… Aşktan daha büyük bir hayal yoktu dünyada. Daha büyük bir umut yoktu… Daha büyük bir mutluluk yoktu…

      Ama…

      Daha büyük bir acı da yoktu… Daha büyük bir pişmanlık da yoktu… Daha büyük bir yara da yoktu… Daha büyük bir ölüm de yoktu…

      Aşktan daha büyük, daha güçlü, daha gaddar bir katil yoktu dünyada.

      Kırık ve tozlu bir aynada iki parçaya ayrılmış belli belirsiz hayali; yüz yıllık bir yaşlanmışlığın esir aldığı, çökmüş bedeni üzerinden dökülen sararmış gelinliği; bembeyaz olmuş seyrek saçlarının üzerine oturtulmuş, güvelerin delik deşik ettiği duvağı ve kırış kırış yüzünde, feri kaçmış gözlerinde, buruşmuş dudaklarında parlayan zavallı mutlu gülümseyişiyle Cavidan, işte bu katilin kurbanlarından biriydi sadece. Ama ne yazık ki… Ve ama iyi ki de, göremiyordu kendini. Gerçek dünyadan kaçmak için delirmiş aklının ona sunduğu bir avuntuya, yirmi yaşındaki gençliğine sığınmıştı. Yirmi yaşındaki gençliği olmuş, umudun ve masumiyetin yaşadığı zamanlara dönmüştü. Tüm görebildiği de buydu işte. Hayal dünyasının çiçekleri ve böcekleriydi tüm görebildiği. Ne kadar güzel ve ne kadar korkunç olurlarsa olsunlar, gerçek dünyanın solan çiçekleri ve zararsız böceklerinden iyiydiler onlar. Çünkü gerçek değillerdi ama gerçek gibiydiler. Bu yüzden de gerçekten daha büyülü, gerçekten daha doyurucuydular. Gerçekse acıklıydı. Acıklı ve acınası… Ve Cavidan kadar çirkin…

      Birden Cavidan’ın zavallı mutlu tebessümünü donduran bir ses doldu odanın içine. Uzaklardan, dışarıdan, çiftlik evinin karşısındaki tarlalardan gelen bir ses… Türkü söyleyen genç bir erkek sesi… Cavidan irkildi. Onun sesiydi bu… İhsan’ın sesi. İki kekliğin türküsünü söylüyordu yine. Demek ırgatlar öğle paydosu vermiş, bol yağlı bulgur pilavı ve bayat ekmekten ibaret öğle yemeklerini yemiş, tütünlerini içiyorlardı. İhsan hep tütün sararken türkü söylerdi. Hep de iki kekliğin türküsünü söylerdi. Sesi çok güzeldi. Diğer ırgatlar bayılırlardı İhsan’ı dinlemeye. Tarladaki uzun çalışma saatlerinin tek eğlencesiydi bu. İhsan’ın söylediği türkülerle, birkaç dakikalığına olsun kaçabiliyorlardı geçim derdinden ve ulaşılamayan hayallerden ibaret gerçek dünyalarından.

      Elli küsur yaşındaki Cavidan, tıpkı yirmi yaşındaki Cavidan gibi, İhsan’ın sesini duyar duymaz pencereye koştu. Kirli pencerenin ardından, uzakta görünen tarlalara doğru baktı. Orada İhsan’ı gördü. Küçücüktü İhsan, nokta kadardı. Yüzü gözü seçilmiyordu. Olsun, yine de görüyordu onu Cavidan. Oradaydı işte, üzüm bağlarının orada. Güneşin altında parlıyordu. Sesini rüzgâr ona getiriyordu. Söylediği türkünün sözleri içini aşkla dağlıyordu. İhsan’sa uzaktan, görkemli çiftlik evinin küçük çatı penceresinden sevgiy ve hayranlıkla ona dikilmiş gözlerden habersizdi. Gözlerini kapatmış, kendini kaptırmış bir halde, kim bilir kaçıncı kez okuduğu ve ezbere bildiği türkünün sözlerini, kim bilir kimi düşünerek, kim bilir neyi hayal ederek söylüyordu.

      İki keklik bir kayada ötüyor

      Ötme de keklik derdim bana yetiyor

      Aman amman… yetiyor

      Annesine kara haber gidiyor

      Yazması oyalı kundurası boyalı yâr benim

      Aman amman… yâr benim

      Uzun da geceler yâr boynuma sar benim

      Aman amman… sar benim…

      Kısa bir suskunluktan sonra devam ediyordu.

      İki keklik bir dereden su içer

      Dertli de keklik dertsizlere dert açar

      Aman amman… dert açar

      Buna yanık sevda derler

      Tez geçer…

      “Geçmez İhsan, tez geçmez, hatta ömür boyu geçmez, geç meyecek,” diye içinden karşılık veriyordu ona Cavidan.

      Yazması oyalı kundurası boyalı yâr benim

      Aman amman… yâr benim

      Uzun da geceler yar boynuma sar benim

      Aman amman… sar benim…

      Hiç susmasın