Elif Usman

Aşk başka yerde


Скачать книгу

köleniz bellediniz. Bir gün insan muamelesi yapmadınız. Hayatımı mahvettiniz. Biliyor musunuz, kaç defa ölmenizi diledim? Geberip gitse de kurtulsam dedim. Ama kötüler uzun yaşarmış. Siz de bu gidişle herkesi gömersiniz. Benim bekleyecek sabrım kalmadı gayrı. Gidiyorum!”

      Cavidan Hanım ancak o zaman başını kaldırdı. Korku dolu gözlerle Sabahat’a baktı.

      “Gidiyor musun?”

      “Evet. Hem de hemen, şimdi.”

      Gerçekten de gitmek için döndü. Banyo kapısına yöneldi. Cavidan Hanım’ın birden aklı gitti. Küvetten fırladı. Sabahat’ın ayaklarına kapandı.

      “Gitme!” diye haykırdı. “Yalvarırım gitme Sabahat! Beni yalnız bırakma! Bu evde bir başıma bırakma beni!”

      Sabahat şaşırmıştı. Doğrusu bu kadarı hayal gücünü aşıyordu. En yaratıcı rüyalarında bile böyle bir sahne yer almamıştı. Kırk yıllık hanımı; o kibirli, o gururlu o koskoca Cavidan Hanım ayaklarına kapanmıştı ya, artık ölse de gam yemezdi. Hayatının en mutlu anıydı bu galiba. Evet evet, kesinlikle öyleydi. Rüstem ona evlenme teklif ettiğinde bile bu denli mutlu hissetmemişti kendini.

      Ayaklarının dibinde sayıklıyordu Cavidan Hanım.

      “Gitme… N’olur gitme… Bırakma beni… Ne yaparım ben burda bir başıma… Gitme… N’olur gitme… En azından Eda gelene kadar kal… Yalvarırım…”

      Sabahat, kelimenin hem gerçek hem de mecaz anlamıyla, tepeden bakıyordu zavallı hanımına. Zaferle ışıldayan gözlerini kin bürümüştü. Ayrıca sonsuz bir küçümseme ve derin bir haz okunuyordu yüzünde. Bir süre daha sessizce beklemeye devam ederek hayatının en mutlu anının doya doya tadını çıkardı. Sonra sert bir hareketle çekti ayağını, Cavidan Hanım’dan kurtardı. Adeta yılan gibi tıslayarak, “Ne haliniz varsa görün,” dedi. “Bir dakka daha kalmam burada!”

      Döndü, kararlı ve acımasız adımlarla ilerledi, banyodan çıktı. Merdivenlerden aşağıya indi. Odasına girdi. Hızla bavulunu hazırladı. Üzerine ceketini giydi. Başına eşarbını bağladı. Ardına bile bakmadan çıktı gitti. Hatırlamak istemediği geçmişini, korkunç anılarını gömdüğü o mezardan kaçar gibi uzaklaştı. Bir an bile duraksamadı. Başını çevirip, nerdeyse bütün ömrünün geçtiği yere son kez bakma ihtiyacı bile duymadı.

      Her şey hayallediği ve planladığı gibi gelişmişti. Yani, hemen hemen… Cavidan Hanım’ın bu kadar alçalacağını düşünememişti yalnız. Ayaklarına kapanıp yalvarmasından ziyade, sonuna kadar öfkeyle bağırıp çağırmasını, gururunun yalnızlık korkusunu yenmesini bekliyordu. Aslında, öyle olmasını da tercih ederdi. O zaman daha kolay olurdu vicdanının sesini susturmak. Şimdiyse, adına vicdan denilen işkenceci homurdanarak çalışmaya başlamıştı.

      Ama hayır, izin vermeyecekti buna. En mutlu gününü hiçbir şeyin karartmasına, hayatında açtığı temiz sayfayı hiçbir şeyin lekelemesine izin veremezdi. Sonunda kazanmışken tekrar yenilemezdi. Geri dönemezdi. Rüstem onu üç gün önce sözleştikleri yerde, yolun başında bekliyordu. Müstakbel kocasının arabasına yaklaştıkça, uzaklaşıyordu Cavidan Hanım’ın hayaletinden. Banyonun zemininde çırılçıplak uzanan zavallı hayaletinden… Yerleri süpüren uzun beyaz ıslak saçlarının hayalinden… Yalvaran sesinin yankılanışından… Deliliğinden… Acısından… Yalnızlığından…

      Ama ne yapacaktı şimdi hanımı? Kendi kendine bakmaktan acizdi. Birkaç güne kalmaz, açlıktan susuzluktan ölürdü. Evet, sayısını hatırlamadığı kere ölmesini dilemişti. Ama bunun sorumluluğunu üstlenmeyi hiçbir zaman istememişti. Allah adaletini gösterip yapsaydı bunu, hiçbir yük hissetmeyecekti üstünde. Ama yapmamıştı. Belki ölmek kurtuluş olurdu, Cavidan Hanım’ın da cezası yaşamaktı. Allah onu öldürmeyerek, böyle bir yaşama mahkûm ederek cezalandırıyordu belki. Evet, mutlaka öyle olmalıydı. O zaman şimdi günaha giriyordu. Tanrının kararına karşı çıkmış oluyordu.

      Birden aklına gelen cehennem düşüncesi kanını dondurdu Sabahat’ın. Durdu. Ancak o zaman döndü, arkasında bıraktığı çiftlik evine baktı. Geçmişi ile geleceği arasında kalakalmıştı. Ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Hem kendini cehennemden, hem de Cavidan Hanım’ı ölümden kurtaracak bir çözüm bulmak zorundaydı. Dakikalar süren bir düşünme sürecinden sonra buldu aradığı çareyi. Mademki artık o eve geri dönemezdi, daha doğrusu dönmezdi, o halde tek çare sorumluluğu başka birine yıkmaktı. Bu başka biri de, yakındaki köyün doktoru Arif Bey’den başkası olamazdı.

      Cavidan Hanım, banyonun zemininde, ıslak saçlarından ve ıslak bedeninden akan suyun, oluşturduğu küçük gölün ortasında hareketsiz yatıyor ve ağlıyordu. Gözlerinden süzülen yaşlar, etrafını saran suni gölün üzerine yağmur damlaları gibi düşüyordu. Giderek şiddetini arttıran, çiselemekteyken sağnağa dönen bir yağmur gibi ağlıyordu Cavidan Hanım. Ağlıyor, ağlarken titriyor, düşünüyor ve isyan ediyordu.

      Bütün hayatı göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş olmasına rağmen neden iki hayat yaşamışçasına tükenmişti? Ruhu ve bedeninin elli küsur yıldır süren varlığı nasıl bir asra dönüşmüştü? Niçin yüz yaşında görünüyordu, niçin yüz yaşında hissediyordu? Zaman ne zaman ona düşman kesilmişti? Yirmi yaşına kadar dosttular oysa. Ağır ağır akan, dinginliğiyle insana huzur veren, bazen sabırsızlandıran, ama ne olursa olsun her daim umut vaat eden, güzel bir nehir gibiydi o zamanlar zaman. Geleceği bekleyerek, geleceği düşleyerek geçen o yirmi yıl boyunca geçmek bilmezdi. Sonra ne olmuştu da birdenbire böyle delice bir hıza kapılmış, onu ezerek geçip gitmiş, geride bir asırlık bir enkazdan başka bir şey bırakmamıştı? Tüm varlığını silip süpürmüş, her şeyini ondan alıp bir daha ulaşamayacağı uzaklıklara götürmüştü. Gençliği, umutları, geleceği, hayalleri ve mutluluğu zamanın seline kapılıp gitmiş, kayıplara karışmıştı. Zaman, onda hastalıklı bir akıldan, nefretle beslenen zavallı bir umuttan başka ne bırakmıştı?

      Cavidan Hanım’ın kimyası çoktan bozulmuş, deliliğin pençesine düşmüş beyni bunları düşünürken; ağlayan sesi bir ölünün ardından ağıt yakar gibi haykırmaya başladı.

      “Ben ne yaptım sana? Ne istedin benden? Neden düşman oldun bana? Neden aldın her şeyimi benden? Neden beni bıraktın peki? Beni de alsaydın da ben de kurtulsaydım benden. Söyle, neden mahkûm ettin beni benimle kalmaya? Neden mahkûm ettin beni çürümeye? Neden?”

      Sessiz ve sinsi zaman cevap vermedi. Acımasızca susmaya devam etti.

      Aniden bir mucize oldu.

      Ardına dek açık banyo kapısından içeri Cavidan Hanım’ın gençliği girdi. Yerde acı içinde kıvranan yaşlılığına doğru ilerledi, başucunda durdu ve ona elini uzattı.

      Cavidan Hanım donup kaldı. Gençliğine şaşkınlıkla baktı. Onun gözlerinde henüz yok olmamış geleceğini gördü. Kaybolmamış umutlarını gördü. Bir de aşkı gördü… Henüz ölmemiş aşkını, onun insanın içini ısıtan alevini gördü. Etrafındaki her şeyi ve herkesi, ama en çok da kendisini yakıp kül eden nefreti ise göremedi. Yoktu. Henüz orada değildi.

      Kalkmak için gençliğinin elini tuttu. Tutar tutmaz da gençliği o oldu. Genç Cavidan, yaşlı Cavidan’ın içine girdi, onunla bir oldu. Cavidan Hanım büyülenmişçesine baktı yirmi yaşındaki ellerine. Sonra başını kaldırdı. Zaman denen canavarın az önce yansıdığı aynaya çevirdi gözlerini. Aynada yirmi yaşındaki yüzünü gördü. İnanmakta zorlanarak ellerini yüzüne götürdü; gerçek olup olmadığını anlamak istercesine kırışmamış