Tom Standage

İnsanlığın yeme tarihi


Скачать книгу

bir bölgeyi kendi buyrukları altına aldıktan sonra İnkalar bölgenin en güzel insanlarını tanrıları için kurban ederlerdi.

      Mısır tapınaklarında hayvanlar öldürüldükten sonra etleri tanrıların tasvirlerine takdim edilirdi. Mısır’da tanrıların, adaklardaki yaşam gücünü ele geçirmek için günde üç kere tasvirlerin içine yerleştiklerine dair bir inanış vardır. Bu şekilde tanrılar evrenin düzenli işlemesi için sarf ettikleri enerjiyi yenilemiş olurlar. Tanrılara dönüşmüş ölülerin yaşam gücünün devamlılığını sağlamak için besinler de adak olarak kullanılmaktaydı. Adaklar genellikle ölmüş firavunlara sunulur; mezarları da kavanozlarca besinle doldurulurdu. Bu şekilde firavunun öbür dünyada bedenini koruması, canlı tutması amaçlanırdı. Benzer şekilde Çin’deki Shang Hanedanı’nda gerek tanrılara gerekse de hanedan soyundan gelen kişilere tahıl, darı birası, köpek, domuz, koyun ve sığır gibi hayvanlar ve çoğu savaş esiri olan insanlar bahşedilirdi. Tanrıların kurban edilmiş insanların kanını içtikleri inancı hâkimdi. Ama en özenli adaklar Shang krallarının atalarına bahşedilirdi. Shang kralları, eğer ataları yeterince doyurulmazsa kendilerinin açlık, askeri yenilgiler ve salgın hastalıklarla cezalandırılacaklarına inanırlardı.

      Mezopotamyalılara göre insanların, tapınaklarında günde iki öğün yemek olacak şekilde tanrılarına besin ve mesken sağlama vazifesi bulunmaktaydı. Tanrılar insanlardan elde ettikleri bu besinlere muhtaçtı: Mezopotamya’daki bir tufan hikâyesine göre tanrılar insanlığı yerle yeksan etmişler; ama sonra açlıkla yüz yüze gelince yaptıkları bu işten pişmanlık duymuşlardı. Ancak Enki isimli tanrı, Utnapiştim’i (İncil’de Nuh olarak geçen ismin Mezopotamya’daki karşılığı) gelecek tufana karşı uyarır ve ona bir gemi inşa etmesini salık verir. Ne zaman ki Utnapiştim gemisiyle ortaya çıkar ve tanrılara kavrulmuş bir kurban bahşeder, işte o zaman, tanrılar kavrulmuş etin dumanının etrafına “sinekler gibi” üşüşmeye başlarlar; çünkü günlerdir ağızlarına giren tek lokma bu olmuştur. Bu yemeğin ardından tanrılar, birkaç insanın hayatta kalmasına müsaade ettiği için Enki’yi affeder. Mezopotamyalılar tanrıların insanlar olmaksızın hayatta kalabileceğine inanırlardı; ama bu her şeyden önce tanrıların kendi besinlerini üretebilmelerine bağlıydı. Zaten tam da bu yüzden tanrılar insanı yaratmış ve onlara tarımı öğretmişlerdi.

      Verdiğimiz tüm bu örneklerde, bahşedilen adaklar, tanrıları ve ataları besleme amacıyla enerjinin manevi bir besin olarak doğaüstü âleme geri yollanmasına aracılık etmektedir. Tanrılar da bunun karşılığında zirai döngünün sağlıklı işlemesini mümkün kılarak insan soyunun beslenmesi vazifesini yerine getirirler. Adakların tanrılara takdim edilmesiyle, tanrılarla tarım işçileri arasında arabuluculuk rolü üstlenen seçkinlere çok önemli bir görev verilmiş olur. Seçkinler sulama sistemlerinin inşası, onarımı ve bakımı gibi işleri yürütüp askeri savunma sistemleri geliştirirken çiftçiler de bunun karşılığında vergi ödeyip dünyevi düzen ve istikrarın sağlanması için sahip oldukları besini elden çıkarırlar. Seçkinler de benzer şekilde kâinatın düzeni için tanrılara adak bahşederek, evrenin istikrarı ve toprağın bereketinin sağlanması karşılığında onlara manevi besin sağlarlar.

      Birbirine benzeyen bu tarz dini ideolojilerin farklı zaman ve mekânlarda en erken uygarlıklarda ortaya çıkmış olması asla tesadüf değildir. Hayatta kalmak için tanrıların insanlardan gelen adaklara bağlı olduğu görüşü bu kültürlere özgü olan bir görüştür; çünkü yönetici seçkinlerin mensupları için bunun hayli işe yarar bir tarafı vardır. Bu görüş, zenginliğin ve gücün adaletsiz dağılımını meşrulaştırdığı gibi, yönetici seçkinler olmadığı müddetçe dünyanın bir sona sürükleneceği fikrini de aşılamaktaydı. Gerek çiftçiler gerek onların hükümdarları, gerekse de tanrılar, hayatta kalmak için birbirlerine muhtaçtır. Eğer gruplardan biri, üzerine düşen sorumluluktan kaçınırsa toplum büyük bir felakete sürüklenecektir. Ancak nasıl ki çiftçilerin seçkinlere besin sağlama konusunda ahlaki sorumlulukları varsa, seçkinlerin de insanları koruyup kollama, onları sağlıkta ve güvende tutma konusunda sorumlulukları vardır. Özetle söylemek gerekirse, ortada, çiftçiler ve yöneticileri arasında (tabii buna tanrılar da dahildir) kurulan bir toplumsal sözleşme mevcuttur: Eğer biz sizin ihtiyaçlarınızı gideriyorsak, siz de bizim ihtiyaçlarımızı gidermekle yükümlüsünüz. Sonuç olarak, gerek dünyevi besin şeklinde yöneticilere, gerekse de manevi besin şeklinde tanrılara bahşedilen şeyler, dini ideoloji ile meşrulaştırılarak toplumsal düzen güçlendirilmiş olur.

      Eşitsizliğin Tarımsal Kökenleri

      Modern dünyada besinin zenginlik ve güçle kurulan denklemi artık geçerliliğini kaybetti. Tarım toplumlarındaki insanlar için besin bir tasarruf aracı, para ve zenginliğin bir göstergesi olarak iş görmektedir; zaten tam da bu yüzden insanlar besinin üretimi için gün boyu ırgat gibi çalışmak durumundadır. Ancak modern kent toplumlarında tüm bu rolleri para yerine getirir. Para, zenginliğin çok daha esnek olan bir formudur; kolayca saklanması ve taşınmasının yanında süpermarket, bakkal, kafe ve restoran gibi yerlerde anında besine dönüştürülebilmektedir. Besin, yazılı tarihin büyük bir bölümünde olduğu gibi ya çok az bulunduğu ya da çok pahalı olduğu zamanlarda zenginliğin ve gücün eşdeğeri olarak işlev görür. Ancak tarihsel bir perspektifle konuya yaklaşıldığında besin bugün görece çok daha bol ve ucuzdur; en azından gelişmiş dünya için bu böyledir.

      Besin yine de zenginlikle olan ilişkisini bütünüyle koparmış sayılmaz. Zaten aksini düşünmek anlamsız olurdu; zira besin ve zenginlik arasındaki ilişki çok eskilere dayanmaktadır. Bugünkü modern toplumlarda bile, gerek kullandığımız sözcüklerde gerekse gelenek ve göreneklerimizde besinin eskiden ekonomide merkezi bir rol oynadığına dair sayısız kanıt bulmak mümkündür. Örneğin İngilizcede, haneye asıl gelir getiren kişi için “ekmeğini kazanan” (breadwinner) ifadesi kullanılır ve paradan da zaman zaman “ekmek” ya da “arpa” olarak söz edilir. İnsanların hep birlikte yedikleri yemekler de hâlâ toplumsal paranın merkezi bir formu olarak işlev görür: Özenle hazırlanmış yemekli davetler, bir sonraki seferde benzer bir ziyafet ile karşılığını bulmak durumundadır. Abartılı ziyafetler, zenginlik ve statü göstermede olduğu kadar iş dünyasında patronun kim olduğunu hatırlatmada da yaygın olarak kullanılan bir gelenektir. Dahası, pek çok ülkede yoksulluk sınırı, temel besin maddelerinin asgari düzeyde karşılanması için gerekli olan parasal gelir temelinde belirlenmektedir. Yoksulluk, besine erişimden mahrum kalmak olduğundan zenginlik de, üstü kapalı bir şekilde, insanların bir sonraki öğünde yiyecek bulup bulamayacakları gibi bir dertlerinin olmaması anlamına gelir.

      Zengin toplumların ortak bir özelliği, toprakla olan eski bağlarının kaybolduğu hissi ve bunu geri kazanma arzusudur. En zengin Romalı soylular için tarımın bilgisi ve büyük bir çiftlik üzerindeki sahiplik, soyundan geldikleri kendi halklarının gösterişten uzak mütevazı çiftçi yaşamını unutmamış olduklarını göstermenin bir yoluydu. Benzer şekilde, devrim öncesi dönemde Fransa’da Kraliçe Marie-Antoinette, Versay Sarayı’nın arsasına inşa edilmiş masalsı bir çiftlikte yaşardı. Burada kraliçe ve onun çoban ve sütçü kızları olarak giyinip kuşanmış nedimeleri ile titizlikle bakılan ve sağılan inekleri vardı. Bugün dünyanın gelişmiş çoğu bölgesinde insanlar gerek bahçelerinde, gerekse kendi küçük toprakları üzerinde besinlerini yetiştirmenin keyfini sürmeye çalışırlar. Çoğu durumda insanlar, nihai olarak elde edilen sebze ve meyveleri aslında hiçbir güçlük çekmeden satın alabilmektedir; ancak kendi besinlerini yetiştiriyor olmak insanlara toprakla bağ kurmalarının yolunu açar. Aynı zamanda bu, keyif verici bir faaliyettir; insanlara taze besinler sağlar ve modern dünyadan kaçmaları için onlara bir kapı aralar. (Kimyasal madde kullanmaksızın besin yetiştirmek bu tür çevrelerde sıklıkla