büyük bir bölümü krala, tapınaklara ve toprak sahiplerine gitmiş olur. Mısır’da olduğu gibi Mezopotamya’da da büyük inşaat projelerinde işçilerin çalıştırılması söz konusudur.
Gelgelelim bazı kültürlerde vergiler yalnızca işçilerin harcadığı emekle ödenmektedir. Çin’deki Shang Hanedanı’nda taşrada yaşayan kabileler kendi tarlalarında çalışır; aynı zamanda başka tarlalarda da ekip dikme işleri yaparlardı. Elde edilen ürün de krala, taşra yöneticilerine ve memurlara giderdi. Benzer şekilde İnka’daki çiftçi aileler kendi tarlalarını olduğu kadar kabilelerine (yani ayllu) ait topraklarda da ekip dikme işi yaparlardı. Ayllu’nun tarlalarından elde edilen ürün şeflere ve dini işlere ayrılırdı. Çiftçiler ayrıca devlet topraklarında olduğu kadar tapınakta ve tanrılara ait topraklarda da çalışırlardı. İşleyen bu düzen aslında bir antlaşmadan ortaya çıkmıştır. Bu antlaşma, daha önce özerk topluluklar olan ayllu’nun İnka Krallığı’na dahil edilmesiyle yürürlüğe girmiştir. Antlaşmaya göre kabileler, kendi toprakları ve ekinleri üzerinde hak sahibi olmak için, devlet toprakları üzerinde çalışmayı kabul ederler. Bu şu anlama gelmektedir: İnka kralına halkı tarafından vergi olarak herhangi bir besin verilmez ki zaten bu hareket, kralı kendi halkına karşı borçlu durumuna düşürecektir; ama bunun yerine halk, kralın toprağında çalışır ve üretilen mahsul de krala kalır. İnka çiftçileri ayrıca zaman zaman inşaat, maden ve askeri hizmet gibi angarya işlerde de çalışmak durumundaydı. Yapılan tüm bu işler quipus denen renkli, düğümlü ipler kullanılarak kayda geçiriliyordu.
Aztek toplumu calpullis denen toprak sahibi gruplarına bölünmüştü. Tüm üyelerinin bir şef altında eşit sayıldığı İnka ayllu’sun-dan farklı olarak calpullis, Aztek soyluluğuna bağlı birkaç yüksek rütbeli ailenin yönetimi altında bulunmaktaydı. Her aile hem kendi tarlasını, hem de ortak kullanılan tarlaları işler ve elde edilen ürünün tamamı, calpulli soylularını, tapınakları, eğitmenleri ve askerleri beslemek için kullanılırdı. Calpullis’lar, ayrıca Aztek devletine belirli miktarda vergi ödemek ve devlete çalışacak işçi bulmak zorundaydı. Bununla birlikte, hem kralın, hem devlet kurumları ile soyluların, hem de savaşçıların kendi toprakları bulunmaktaydı. Bu topraklarda karın tokluğuna topraksız çiftçiler çalışır; geri kalan mahsulün tamamı ise doğrudan doğruya toprak sahiplerine giderdi.
Öte yandan besine haraç olarak da el konulmaktaydı. Bu daha çok bir savaş yenilgisi sonrasında askeri gücün zorlamasıyla mağlup edilen halktan egemen devletlerce zorla alınmaktaydı. Örneğin, Mezopotamya’da bir şehir devletinin diğeri tarafından mağlup edilmesinin akabinde kaybeden devlet yağmalandığı gibi, galip gelen devlete düzenli olarak haraç ödemeye de zorlanırdı. M.Ö. 2300’lerde Mezopotamya şehir devletlerinin fethini gerçekleştirip bunları bir imparatorluk altında birleştiren Akad’lı Sargon yenilgiye uğrattığı her devletin çok büyük miktarda haraç ödemesini zorunlu kılmıştı. Kitabeler, bütün tahıl ambarlarının haraç olarak verildiğinden bahseder. Bu sistem, Sargon’un üstünlüğünü göstermesinin yanında, ona bağlı şehirlerin güçsüz, başkentinin ise güçlü olmasına neden olmuştur. Dahası Sargon bununla 5400 adamdan oluşan devasa bir kitleyi besleyebiliyor ve bununla da övünüyordu. Hükümdarlar, elde edilen haracı kendi emrindeki kişiler arasında dağıtmakla toplumdaki liderlik konumlarını pekiştirirken askeri seferler için arkalarındaki desteği canlı tutmaya da çalışmışlardır.
Burada belki de haraç toplamanın en iyi örneği, Aztekler’in Tenochtitlan, Texcoco ve Tlacopan arasında kurdukları “üçlü ittifak”tır. Bu üç şehir devleti de bütün bir Orta Meksika boyunca haraç toplamıştır. Meksika Vadisi içinde ve çevresinde yer alan bağımlı devletler büyük miktarlarda besin temin etmek zorundaydı. Texcoco’nun şefi her gün yeterli miktarda mısır, fasulye, kabak, biber, domates ve tuz elde ediyor; bunlarla iki bini aşkın sayıda insanın karnını doyuruyordu. Biraz daha uzakta olan devletlerse pamuk, kumaş, kıymetli metaller, egzotik kuşlar ile mamul mallar tedarik etmekteydi. Ödenen haracın miktarı devletlerin bu üç merkeze olan uzaklığına bağlı olarak değişmekteydi. İttifakın uzakta olan devletler üzerindeki kontrolü zayıftı; bu yüzden bu devletlerden daha az haraç alınmaktaydı. Ayrıca ödenen haracın miktarı, devletin mücadele verip vermemesine göre de değişmekteydi. Savaşa girişmeksizin boyun eğen devletler daha az haraca bağlanırdı. Besin ve diğer malların imparatorluğun merkezine kesintisiz bir şekilde akması, gücün bulunduğu yer konusunda akıllarda hiçbir şüpheye yer bırakmazdı. Aztek hükümdarları topladıkları bu haraçlar ile memurların maaşlarını öder, ordunun ihtiyaçlarını giderir ve bayındırlık işlerini finanse ederlerdi. Soylular sınıfına verilen haraçlar, hükümdarın konumunu sağlamlaştırdığı gibi bu durum, besin kaynaklarına haraçlar üzerinden el konulmuş bağımlı devletlerin hükümdarlarının zayıflaması anlamına gelmekteydi. Kısaca daha az besin, daha az güç demekti.
Tanrıları Beslemek
Toplumsal örgütlenme daha girift bir hale dönüşürken, toplumdaki yönetici seçkinlerin zorla vergi toplamalarına kozmolojik bir temel sağlayan dini uygulamalar da benzer şekilde girift bir hale dönüştü. Dini inançlar ve gelenekler dünyanın ilk uygarlıkları içinde büyük ölçüde farklılık göstermektedir, ancak pek çok durumda kitlelerin seçkinlere ödediği vergiler ile seçkinlerin tanrılara bahşettiği ya da feda ettiği şeyler arasında açık bir mutabakatın olduğu görülür. İlahi güç doğaya hayat vermeye ve insanlara besin sağlamaya devam edebilsin diye tanrılara bahşedilen şeylerle, enerjinin kendi ilahi kaynağına geri dönüşü olduğu yönünde bir inanç hâkimdir. Çok üstün güçlere sahip olmalarından ziyade tanrıların var olmak için insanlara bağlı olduğu, benzer şekilde insanların da var olmak için tanrılara ihtiyaç duyduğu düşünülür. M.Ö. 2070’lerden kalma bir Mısır metni, insanlardan, tanrının “öküz”ünün yaratıcısı olarak bahseder. Bununla tanrının hem insanları koruyup kolladığı, hem de tanrının kendi var oluşu için insanlara ihtiyacı olduğu anlatılmak istenir. Benzer şekilde pek çok kültürde, dua etme ve kurban kesme şeklinde kendisine “manevi besin” sağlamaları için tanrının insan türünü yaratmış olduğu inancı hâkimdir. Bunun karşılığında tanrılar da bitki ve hayvanların büyüyüp gelişmesini mümkün kılarak insanlara fiziki besinler sağlar. Tanrılara adakta bulunmak, bu döngünün sürekliliğini sağlamada en olmazsa olmaz araçlardan biri kabul edilmektedir.
Bazı Meksika ve Orta Amerika kültürlerinde, evrenin varlığını ve insan türünün hayatta kalmasını güvence altına almak için tanrıların zaman zaman ya kendilerini ya da birbirlerini karşılıklı olarak feda ettikleri inancı hâkimdir. Örneğin Mayalar, içinde ilahi gücü taşıdığı düşünülen mısır bitkisinin tanrıların bedeni olduğuna inanırlar ve hasat zamanında tanrıların, insanlığın yok oluşuna engel olmak için kendilerini feda ettiklerini düşünürler. Bu ilahi güç yemek yedikleri sırada insanlara geçer ve özellikle de kanda yoğunlaşmış bir şekilde yer eder. Kanın bedenden dışarı akıtıldığı, yani insanın kurban edildiği durumlar, bu borcu geri ödemenin ve ilahi gücü tanrılara geri döndürmenin bir yoludur. Tanrılara bahşetmek için bazen besinler kullanılıp tütsüler yakılsa da tüm bunlar arasında en önemli bağış, insanın kurban edilmesidir.
Aztekler de benzer şekilde insanın kurban edilmesini tanrılara borçlu olunan enerjinin geri ödenmesinin bir yolu olarak kabul ederler. Onlara göre Toprak Ana insanın kanıyla beslenmiştir ve mahsul de ancak Toprak Ana’ya yeterli kan sağlandığı ölçüde büyüyebilecektir. İnsanın tanrılar için kendini kurban etmesi bir şeref nişanesi olarak görülse de kurbanların yönetici seçkinlere bağlı kişiler arasından seçildiği pek söylenemez. Kurbanların daha çok suçlular, savaş esirleri ve çocuklardan seçildiği görülür. İnsanın eti ve kanının