ve dolambaçlı patikalardan oluşan labirentlerde dolaşıp, çeşit çeşit bahçelerin ve kalabalık ailelerin yaşadığı harap evlerin arasında ileri geri zikzaklar çizdikten sonra Patrona Halil, sonunda kendi evine vardı.
Bu semtte herkesin kendine ait bir sokak kapısı olduğunu söylemek mümkün değildi. Civarda beş yüz ya da daha fazla tahta ev bulunuyordu. Evler, birbirlerinden ayrılamayacak derecede içe içe geçmişti. Öyle ki herkesin evine giden en kısa yol komşusunun evindeki dehlizlerden, hollerden ya da avlulardan geçiyordu. Bu evlerde kalmak zorunda olanlar birbirleriyle inanılmaz bir uyum içerisinde yaşamaya alışmışlardı. Mahalle sakinleri istedikleri zaman birbirlerinin evlerine önceden haber vermeksizin girebilmekteydiler. Bazı evlerde çatılar birbirleriyle bitişikti. Bazılarında ise bir evin kilerinden diğer evin kilerine geçmek mümkündü. Takip edilmekte olan herhangi bir mahalle sakini çatıların, dehlizlerin ve kilerlerin yardımıyla arkasında hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolabilirdi.
Patrona Halil’in evi de diğerleri gibi tahtadan yapılmıştı. Ev genişçe bir odadan ibaretti. İçinde bir ocağı vardı. Misafir zor beğenen biri bile olsa asma yapraklarının gölgelediği çatıda yatmaktan hoşnut kalacaktı. Evde fazla eşya yoktu. Odanın ortasında bir hasır, köşede halıyla kaplı bir kanepe, tahtadan yapılmış birkaç tabak ve çanak, tahta rafın üzerinde bir testi ve ocağın içinde basit mutfak gereçleri… Bütün eşyalar bunlardan ibaretti. Odanın tavanında, Patrona’nın eski moda bir çakmaktaşı ve çelik ile tutuşturduğu çanak lamba asılıydı. Halil, elini yüzünü yıkaması için misafirine yuvarlak bir leğen ve içi kuyudan çektiği içme suyu ile dolu uzun bir testi getirdi. Daha sonra kaba dokuma pazar sepetini çıkartarak içindekileri hasırın üzerine boşalttı. Janaki’nin karşısına oturdu ve vakit kaybetmeden misafirini sofraya buyur etti.
Aslına bakılırsa birkaç küçük balık ve birkaç güzel kırmızı soğandan başka doğru dürüst yiyecek bir şey yoktu. Fakat Halil’in, yedikleri hakkında söyleyecek çok fazla sözü vardı. Balıklar nerede ve nasıl yakalanmışlardı? Lezzetli olmaları için nasıl kızartılmaları gerekiyordu? Hangilerinin güçlü, hangilerinin zayıf balık yumurtalarına sahip olduğu nasıl anlaşılabilirdi? Ananastan bile fazla sayıda farklı soğan türü olduğunu daha önce hiç duymuş muydu? Peki, saf suya ne demeliydi? Kur’an’ın neden baştan sona saf suya övgülerle dolu olduğunu biliyor muydu? Halil tüm bunları yüreğiyle anlıyordu, ayetleri okumak için kutsal kitaba bakmasına gerek yoktu. Çölde yollarını kaybedip susuzluktan ölmek üzereyken Allah’ın rehberliğiyle serin vahalara ulaşan yolcular hakkında da pek çok hikâye biliyordu Halil. Hepsini anlattı misafirine. Böylelikle misafir, kendini gerçekten de mükemmel bir ziyafetin parçasıymış gibi hissetmeye başladı. Yiyip içtiklerinden hoşlanmıştı. Sofradan kalkarken keyfi yerindeydi.
Yanı başındaki masalarda tepeleme yığılı duran meyve ve şekerlemelere, etrafında dans edip şarkı söyleyen iki yüz odalığına rağmen, Sultan Ahmet’in ihtişamlı sofrasından kalkarken hissettiği doygunluk duygusu bunun yanında ne kadar da sıradan kalırdı.
“Hadi, şimdi yatalım,” dedi Patrona Halil misafirine. “Uyku, Allah’ın insan aklına bahşettiği keyiflerin en güzelidir. Uyanık olduğumuz zamanlarda hepimiz başkalarına aitiz. Ama rüyalar âlemi sadece bizimdir. Eğer güzel rüyalar görürsen bunun için sevinmelisin. Yok, eğer bir kâbus görüyorsan yine sevin; çünkü o sadece bir rüyadır. Bu gece hava güzel, çatıda uyuyabilirsin. Eğer yukarı çıktıktan sonra ipli merdiveni yukarı çekersen kimse seni rahatsız edemez.”
Janaki her şey için teşekkür etti. İstekli bir şekilde çatıya tırmandı. Çatıda daha önce kendisi için hazırlanmış olan ve üzerinde uyuyacağı hal ile kürkle kaplı minderi gördü. Evde bunların dışında başka halı ve minderin olmadığını fark etmişti. Patrona Halil’e seslendi:
“Ah, merhametli efendim! Bana kendi halını ve yastığını verdin. Peki, sen nerede uyuyacaksın?”
“Sen beni dert etme misafir! Ben diğer halımı ve yastığımı çıkarıp onların üstünde uyuyacağım.”
Janaki çatıya çıktıktan sonra, aşağıdan gelen seslere kulak verdi. Patrona Halil aşağıda abdest alıp namazını kıldı. Ardından, yuvarlak bir yalağı baş aşağı çevirerek hasırın üzerine yerleştirdi. Başını yalağın üzerine koyup kollarını göğsünde kavuşturdu. Çok geçmeden huzur içinde uykuya daldı.
Ertesi sabah Janaki uyandı ve Halil’in yanına indi. Halil’e bir altın dinar verdi. “Bu parayı al muhterem efendim,” dedi. “Bir gün daha evinde kalmama izin ver. Bu parayla da ikimiz için güzel bir öğle yemeği hazırla.”
Parayı alan Halil, meydana gitmek için hemen yola koyuldu. Her türden yiyecek için esnaflarla uzun uzun pazarlık yaptı. Alışverişten sonra kendisine emanet edilen paradan geriye sadece bir bakır akçe arttırabilmiş olması vicdanını rahatsız etmişti. Misafiri için etli pilav yaptı. Ona en büyük aşçı ve tatlıcıların tezgâhından çıkmış ballı kekler, dulchalar, şam fıstıkları, içi fındıkla dolu ve balla pişirilmiş tatlı biber kekleri ve daha nice lezzetli yiyecekler getirdi. Gördükleri ve aldığı kokular karşısında şaşıran Janaki, “Sultan Ahmet bile bundan iyisine sahip olamaz!” diye bağırdı. Bunun üzerine Halil, Janaki’yi, Sultan’ın adını çok sık ve böyle yüksek sesle telaffuz etmemesi konusunda uyardı.
Halil, misafirini yine çatıda ağırlayacaktı. Önceki gece yatağında sürekli sağa sola dönmesi dikkatini çekmişti. Belki de yattığı yer ona biraz sert geliyordu. Bu kez tedbirli davranmış, kendi kaftanını misafirin yattığı halının altına sererek onun rahatını garantiye almıştı.
Ertesi sabah Janaki, Halil’e bir altın dinar daha verdi.
“Bana kalem ve kâğıt al,” dedi Janaki. “Birisine mektup yazacağım. Ondan sonra da Tanrı izin verirse buradan ayrılıp kendi yoluma giderim.”
Halil yola çıktı. Pazarda esnaflarla pazarlık yapıp alışverişini tamamladıktan sonra, almak için gittiği şeylerle birlikte geri döndü. Misafirine kuruşu kuruşuna yaptığı harcamaların hesabını verdi. Kalemin fiyatı şu kadar, mürekkebi satın almak bu kadara mâl oldu, mühüre şu kadar verdim diyerek hesaplamayı yaptıktan sonra paranın üstünü Janaki’ye verdi.
Janaki çatıya çıkıp mektubunu yazdı, mühürledi. Mektubu halının altına sıkıştırdı. Yolculuk sırasında yanında taşıdığı sopasını eline aldı. Halil’e kendisine karşı gösterdiği konukseverlik için teşekkür ettikten sonra, Pera yoluna nasıl gidebileceğini kendisine tarif etmesini rica etti.
Halil, yolu tarif ettiği misafirine en yakın caddeye kadar eşlik etti. Janaki, boğazın görünmeye başladığı yerde yolun kendisine tanıdık geldiğini fark etti. Bundan sonrasına kendi başına devam edebilirdi. Birdenbire yüksek sesle konuşmaya başladı:
“Hay Allah! Bak şimdi hatırladım. Çatıda yazdığım mektup aklımdan çıkıp gitmiş. Halının altında duruyor. Yanında mektupla göndermeyi düşündüğüm bir de para kesesi var. Bu saatten sonra ben oraya geri dönemem. Sana yalvarıyorum, şimdi eve dön ve mektubu para kesesiyle birlikte yazıldığı kişiye teslim et. Tanrı yardımcın olsun!”
Halil, bu yeni görevi de mümkün olan en kısa sürede yerine getirmek için hemen harekete geçti.
“Parayı da sahibine vermeye unutma,” dedi Yunanlı.
“Hiç merak etme. Götürüp kendin teslim etmişsin gibi rahat olsun için.”
“Bir de bana söz ver. Ne yapıp edip mektubun gönderildiği kişiyi parayı kabul etmesi için ikna edeceksin.“
“Ondan parayı aldığını söyleyen imzalı bir kâğıt alana kadar evinden