Maurus Jókai

Patrona Halil


Скачать книгу

rastlayamazdınız. Erkeklerin sert bakışlarını üzerlerinde fark ettiklerinde yanakları kızaran ve yeni efendilerinin kendilerini çağıran sesleriyle gözleri dolan Çerkez ve Gürcü bakireler hani neredeydi? Bu civarda böyle şeyler yoktu. Burası yıllarca kullanıldıktan sonra bir kenara atılan işe yaramaz esirlerle doluydu. Derileri buruş buruş olmuş yaşlı zenci kadınlar, artık hiçbir işe yaramayan, içleri kinle dolu eski beslemeler… Bu insanlar emirlerini yerine getirecekleri yeni sahiplerinin kim olacağı konusunda tam bir kayıtsızlık içerisindeydiler. Ne kadar kaliteli olduklarını ballandıra ballandıra anlatan mezatçının konuşmalarını da aynı kayıtsızlık içerisinde dinliyorlardı. İstekli alıcılar işlerine yarayıp yaramayacaklarını anlamak için dişlerini, kollarını ve bacaklarını inceledikleri sırada sanki orada değillermiş gibi davranıyorlardı.

      Halil her zaman olduğu gibi, pazardaki dükkânının önünde oturuyordu. Bu sırada çığırtkan, köle pazarının ortasında beliriverdi. Peçeli bir cariyenin elini tutuyordu. Bağırarak anlatmaya başladı:

      “Merhametli Müslümanlar! Hele bir bakın. Sizlere haşmetli Sultanımızın hareminden bir odalık getirdim. Kendisi bizzat Padişahımızın emriyle açık artırmaya çıkarılmıştır. Bu odalığın ismi Gülbeyaz’dır. On yedi yaşındadır. Dişleri tamam, sağlığı yerindedir. Cildi temiz, saçları gürdür. Dans edip şarkı söyleyebilir. Elinden, kadınlara özgü her iş gelir. En yüksek ücreti veren ona sahip olacak, satış geliri ise dervişler arasında pay edilecektir. Şimdiden onun için iki bin kuruş verenler vardır. Gelin ve inceleyin onu. Kim daha fazlasını verirse ona sahip olacak.”

      “Aman Allah korusun!” dedi akıllı bir tüccar. “Böyle bir kıza sahip olmanın bir sürü para verip Padişah’ın gazabını satın almaktan ne farkı var?” Esnaflar, aklın yolu birdir deyip tezgâhlarının gerisine doğru çekildiler. Sultan’ın hareminden çıkarılan bir odalığı almaya kalkan bir adamın başına nelerin gelebileceğini çok iyi biliyorlardı. Bu cüreti gösteren bir kişiden, evinin duvarlarına intikam meleklerinin adını yazmasını ya da muskasını ayaklarının altına alıp çiğnemesini de bekleyebilirdiniz. Sultan’ın attığı bir çiçeği yerden kaldırıp koklamak, akıllı bir adamın yapacağı iş değildi.

      Çığırtkan, yanında köle kızla birlikte pazarın ortasında kalakalmıştı. Esnaflar, dükkânlarına girmekle kalmamışlar; kapılarını koruyan demir parmaklıklarını da indirmişlerdi. Sanki bu hareketleriyle “Çok teşekkür ederiz ama biz böyle bir hediyeyi kabul edemeyiz,” demeye çalışıyorlardı.

      Hâlâ dükkânının önünde duran tek bir adam kalmıştı: Patrona Halil. Sadece o, köle kızı dikkatli bir şekilde inceleyecek cesarete sahipti.

      Belki de acımıştı köle kıza. Zavallı kız kim bilir nasıl tir tir titriyordu şimdi. Topuklarına kadar uzanan örtü, kızın ne halde olduğunu tam olarak anlamasına izin vermiyordu. Sadece gözleri görünebiliyordu kızın, gözleri yaşlıydı.

      “Gel bakalım. Onu dükkânıma getir,” dedi Halil çığırtkana. “Ortalık yerde durmasın, bütün gözler onun üstünde.”

      “İmkânsız,” diye yanıtladı çığırtkan. “Bana verilen emirleri yerine getirmezsem kellem gider. Örtüsünü sıradan kölelerin satışa sunulduğu açık artırma alanında açmam emredildi. Onun için ne kadar ödeme yapıldığını da herkesin duyabileceği bir şekilde buradan ilan etmem gerekiyor.”

      “Bu kızın günahı nedir? Neden böyle rezilce davranıyorsunuz ona?”

      “Patrona Halil!” diye yanıtladı çığırtkan. “Sen bu soruyu hiç sormamış ol. İkimiz için de en iyisi bu. Ben bana ne denildiyse onu yapıyorum. Kızı tanıtmak, elinden ne işlerin geldiğini anlatmak benim vazifem. Eksik de söylemem fazla da. Hiç kimseye ne almasını ne de almamasını tavsiye ederim. Allah hepimizin alnına ne yazdıysa başımıza gelecek olan da odur.” Lafı biter bitmez, kızın başındaki örtüyü çekip çıkardı.

      Aman yarabbi! Ne güzel kızdı gerçekten. Ne gözler ama. Konuşuyorlar sanki. Bir adam bu gözlere yeterince uzun süre bakarsa ne çok şey öğrenebilirdi. Kim bilir belki Kur’an’ın tümünde yazılandan daha fazlasını. Ne de güzel dudaklardı! Sadece bu dudakları izlemek için sonsuza dek sarayın kapısının önünde beklenebilirdi. O nasıl bir beyazlıktı öyle. Gerçekten de Gülbeyaz adını hak ediyordu. Yanakları beyaz güller gibiydi. Ve yanaklarından akan gözyaşları, güllerin üzerindeki çiy tanelerini andırıyordu. Güldüğünde nasıl olurdu bu gözler? Kim bilir hafifçe kızardığında nasıl da tatlı bir hal alırdı? Konuştuğunda ya da arzuyla ürperdiğinde kim bilir ne güzeldi bu mükemmel ağız…

      “Uzaklaştırma onu” dedi çığırtkana. “Kimseye gösterme ki hiç kimse onu almaya cüret etmesin. Ben sana onun için hiç kimsenin vermeyi düşünemeyeceği bir para ödeyeceğim, tam beş bin kuruş.”

      “Öyle olsun,” dedi çığırtkan. Tekrar örttü kızı. “Nasılsa kızı gördün. Parayı getir kızı al.”

      Halil, içeri girip keseyi aldı. Çığırtkana teslim etti. Kesedeki paraya hiç dokunulmamıştı. Odalığın elinden tuttu. Artık kızla yan yanaydılar.

      Halil, bir dakika bile kaybetmeden dükkânının kapısını kilitledi. Elinden tuttuğu odalığını yalnız ve yoksul evine götürdü.

      Yol boyunca kız tek bir kelime bile etmedi.

      Halil, eve vardıklarında kızı ocağın yanına oturttu. Yumuşak bir tonda konuşmaya başladı:

      “Burası benim evim. İçeride gördüğün ne varsa bundan sonra ikimizindir. Gerçi çok bir şeyimiz yok, burada süslü eşyalar da bulamayacaksın. Fakat istediğin gibi girip çıkmakta serbestsin, kimseden izin almana gerek yok. Burada iki kuruş var. Bununla bize bir akşam yemeği hazırla.”

      Halil, kızı evde yalnız başına bırakıp pazara geri döndü. Akşam saatlerine kadar da geri dönmedi.

      Bu sırada Gülbeyaz iki kuruşla alabildiği malzemelerle akşam yemeğini hazırlamıştı. Halil akşam eve döndüğünde Gülbeyaz, onun tabağını önüne koyup yanından uzaklaşarak kapının eşiğine oturdu.

      “Oraya değil, gel de yanıma otur,” dedi Halil. Odalığın titreyen elini sıkıca tutarak onu yanı başındaki mindere oturttu. Kızın tabağına pilav koydu ve onu güzel sözlerle cesaretlendirerek yemeğe davet etti. Odalık, kendisine söyleneni yaptı. O ana kadar tek bir kelime bile etmemişti. Yemeğini bitirdiğinde Halil’e döndü ve kısık bir sesle konuşmaya başladı:

      “Altı gündür hiçbir şey yememiştim.”

      “Ne?” şaşkınlıkla çığlık attı Halil. “Altı gün! Korkunç! Kim yaptı bu zulmü sana?”

      “Kendim! Ölmek istedim çünkü.”

      Hafifçe başını salladı Halil.

      “Bu kadar gençsin ve ölmek istedin ha? Peki, söyle bakalım hâlâ ölmek istiyor musun?”

      “Gördüğün gibi artık istemiyorum.”

      Halil, kıza karşı büyük bir yakınlık hissetmeye başlamıştı. Daha önce hiç kimseye âşık olmamıştı. Fakat şimdi; kara kirpiklerinin gölgesi solgun yanaklarına düşen kızın donuk çehresindeki hüznü izlerken, bir peri kızının karşısında olduğunu hayal ediyordu. Bu sıradışı cazibenin etkisiyle içinde yepyeni bir insanın ortaya çıkmakta olduğunu fark etmişti.

      Halil, böyle bir coşkuyu en son ne zaman hissettiğini hatırlayamıyordu. Şu an ise bu güzel hizmetçinin karşısında otururken kalbi göğsünden fırlayacak gibiydi. Şairin sözleri ne kadar da doğruydu: “Gerçekte iki dünya vardır: Biri güneşin altında,