Maurus Jókai

Patrona Halil


Скачать книгу

kaldırmaya kim cüret edebilir? Hünkârımızın nargilesinden dökülen küllerin bile üzerine kimse ayak basmamalıdır. Buna rağmen kızın cazibesine kapılıp eceline susayan akılsız bir adam çıkmış. Beş bin kuruş verip kızı çığırtkandan satın almış. Bu beş bin kuruş da zaten sahip olduğu yegâne paraymış. Evinde ağırladığı yabancı bir tüccar vermiş ona.”

      “Adı neymiş bu adamın?”

      “Patrona Halil.”

      “Peki, sonra ne olmuş?”

      “Adam, güzelliği herkesin başını döndüren bu kızı alıp evine götürmüş. Kızın başına gelenlerden habersizmiş. Sadrazam Damat İbrahim’in köşkünde yaşananları, Beyaz Şehzade’nin, hareminde tanık olduğu şeyleri bilmiyormuş. Kızı sadece seyretmenin bile nasıl bir zevk olduğu malum. Bu güzelliğin karşısında insanın aklını kaybetmesi işten bile değil. Hele hele onun asla koparılmaması gereken bir çiçek olduğunu bilmeyenlerin vay haline. Cennetteki hurileri bile utandırabilecek olan bu güzellik, bir adamın kollarındayken kaskatı kesilip bir ceset halini alıyor. Ne Padişahımızın güneş yüzünün sıcaklığı ne de Sadrazam’ın gazabı… Ne Haseki Sultan’ın kırbaç darbeleri ne de Beyaz Şehzade’nin yalvarışları… Hiçbiri kızı bu ölümü andıran baygınlık halinden kurtarmak için yeterli olmadı.”

      “Peki, sonra ne olmuş kıza, öğrenebildin mi?”

      “Evet. Ağzınızdan çıkan her söz benim için emirdir Padişahım. Kızın peşinden gittim. Bu esnaf, kızla birlikte kendi evine gitmiş. Elinde avcunda ne varsa onunla paylaşacağını düşünerek mutlu oluyormuş. Kızı yanı başına oturtmuş. Tadına bakmak istemiş. Kızı kucaklamaya kalkmış. Onu göğsüne bastırdığında, kız birdenbire bir ölü gibi yığılıvermiş kollarına. Kendisine herhangi bir erkek dokunduğu zaman yaptığı gibi bir takım büyülü sözler söylemiş. Şeytan işi şeyler. Allah Müslümanları böyle şeylerden korusun. Gâvurların üzerine resminin çizili olduğu semboller taşıdıkları, Müslümanlara saldırırken ismini haykırdıkları o kutsal kadının adını söylemiş.”

      “Adam öfkelenip kızı evden atmış mı?”

      “Aksine böyle bir şeye tanık olduğu için halinden memnunmuş. Daha da dokunmamış kıza. Onun perili olduğunu, aklının yerinde olmadığını düşünerek kıza yumuşak davranıyormuş. Kız evin içinde istediği gibi gezip dolaşmakta özgürmüş. Halil, kıza ağır işler yaptırmıyor; aksine her işini kendi görüyormuş. Tüm arkadaşları bu olaya bir mucize gözüyle bakıyorlarmış. Halil’in sabrı da dillere destan olmuş. ‘Halil kendine bir cariye aldı, ama nasıl olduysa kızın kölesi olup çıktı,’ diyorlarmış.”

      “Gerçekten tuhaf bir olay,” dedi Padişah. “Bundan sonra da nelerin olup bittiğini öğrenmeye çalış. Tezkerecibaşı da senin anlattıklarını kayıt altına alsın ki bu yaşananlar sonsuza kadar hatırlansın.”

      Bu konuşma sırasında Berberbaşı, Padişah’ın resmi tıraşını ustaca hareketlerle tamamladı. Sonra İbrikdar Ağa’nın yıkadığı ellerini Peşkircibaşı, dikkatli bir biçimde kuruladı. Tırnakçıbaşı tırnaklarını kesti. Dülbendar, kavuğunu başına yerleştirip uzun doğu kuşağını belinin etrafına sardı. Çobadar, Sultan’ın dış ceketini ve turkuaz binişini giymesine yardımcı oldu. Silahtar, püsküllerle süslenmiş kılıcını taktı. Odada efendileriyle birlikte baş başa kalan Has Odabaşı ve Kapı Ağası haricindeki herkes, geleneksel selamlarını verdikten sonra geri çekildi.

      Has Odabaşı, Sultan’ın iki aciz kulunun kapıda olduklarını duyurdu. Dışarıda Şeyhülislam Abdullah ve Sadrazam Damat İbrahim, içeri buyur edilmek üzere beklemekteydiler. İmparatorluğun onur ve güvenliğini ilgilendiren yeni bir gelişme hakkında konuşmak istiyorlardı.

      Sultan henüz cevap vermemişti ki hareme açılan kapıda Kızlar Ağası göründü. O, harem ağalarının başıydı. Kalın dudaklarıyla ve kara teniyle saygıdeğer bir beyefendiydi. Hareme günün her saatinde girebilmenin hüzünlü ayrıcalığına sahipti. Şüphesiz ki bu durum karşısında herhangi bir haz duymuyordu.

      Harem Ağası’nı “Kızlar Ağası, benim sadık kulum. Ne istiyorsun söyle bakalım?” diyerek karşıladı Sultan Ahmet. Onunla dengiymiş gibi konuşmuştu.

      “Merhametli Padişahım!” diye haykırdı. “Çiçekler güneş olmadan hayatta kalamazlar. Ve çiçeklerin en güzeli, en mis kokulusu Haseki Sultanımız, sizin çehrenizdeki güneşten nasiplenmek için yanıp tutuşurlar.”

      Bu sözler Sultan Ahmet’in içini daha da yumuşatmış, yüzüne daha sıcak bir gülümseme yerleştirmişti.

      Padişah, Has Odabaşı ve Kapı Ağası’na başka bir odaya çekilmelerini emretti. Kızlar Ağası’ndan ise Haseki Sultan’ı getirmesini istedi.

      İnsanların Adsalis adını verdiği Haseki Sultan, olağanüstü sayılabilecek güzellikte bir Şam kızıydı. Doğal bir çekiciliği vardı. Teni fildişinden daha beyaz ve kadifeden daha yumuşaktı. Onun siyah perçemleri ile karşılaştırıldığında en karanlık gece bile soluk bir gölge gibi kalırdı. Güleç yüzünün rengi gün doğumunu ve yeni gonca vermiş bir gülü bile kıskandırabilirdi. İçinde cennete ait hazların tomurcuklandığı gözleriyle Sultan Ahmet’e baktığında, Padişah, yüreğinde şimşeklerin çaktığını hissederdi. Adsalis şehvetle büyüleyen dudaklarıyla bir şey istediğinde, onu kim reddedilirdi ki? Sultan Ahmet onu kesinlikle reddedemezdi. Reddetmesi ne mümkün! “Yeter ki iste, ülkemin yarısı senindir,” derdi. Bu sözler, ona yağdırdığı iltifatların en basiti olarak görülebilirdi. Eğer ona sarılabiliyorsa, onun alev alev yanan gözlerini ve gülümsemesini tekrar tekrar görebilecekse, geri kalan her şey boştu. Başkent İstanbul’u, ülkeyi, savaşı ve yabancı elçileri tamamen unutabilir ve ömrünün kalan kısmını böyle bir güzelliği yarattığı için Allah’a şükretmekle geçirebilirdi.

      Gözde Sultan, yüzünde büyüleyici gülümsemesiyle Ahmet’in yanına yaklaştı. Sultan, bu gülümsemeye tanıştığı günden beri hiç karşı koyamamıştı. Sultanının dudaklarından dökülen hiçbir isteği bugüne kadar reddedememişti. Bu kez ne istiyordu acaba? Zaten henüz günün yeni ağardığı bu erken saatlerde neden yalnız bırakmıştı ki onu. Kim bilir ne hayaller kuruyor, yüreğinden neleri geçiriyordu.

      Padişah, eşini elinden tutarak tahtının yanına getirdi ve ayaklarının dibine oturttu. Sultan, ellerini Padişah’ın dizlerine koydu. Gözlerini yüzüne dikerek konuşmaya başladı:

      “Küçük kızınız Emine’nin yanından geliyorum. Beni kendi yerine ayaklarınıza kapanıp yalvarmam için size gönderdi. Sizi nasıl görüyorsam onu da aynı şekilde görüyorum Hünkârım. Ona her baktığımda sanki karşımda siz oluyorsunuz. O da sizi parlak bir yıldız, göz alıcı bir güneş gibi görüyor. Ömrünün üç yılını daha geride bıraktı, dördüncü yazına giriyor. Ne var ki halen kendisine bir talip çıkmadı. Bu sabah siz yanımdan ayrıldıktan sonra bir düş gördüm. Aynı düşü daha önce de görmüştüm. Kızlarınız Ayşe, Hatice ve Emine, Açık Meydan’da olağanüstü güzellikteki çadırların altında oturmaktaydılar. Orada yan yan duran üç çadır vardı. Biri beyazdı, biri menekşe renginde. Bir diğeri ise parlak yeşil. Söylediğim gibi çadırlarda kızlarınız oturuyorlardı. Sırlı kumaştan kapanijaklar giymişlerdi. Başlarında yuvarlak selmikler vardı. Kadın cinsine şans getiren yedi şanslı çemberle süslenmişlerdi. Ah Padişahım, bu çemberlerin ne olduğunu bilir misiniz? Hükümdarlık tacı, gerdanlık, küpe, yüzük, korse, bilezik ve elbise tokası… Bunlar damatların gelinlere, mutluluklarının bir işareti olarak verdikleri hediyelerdir. Üstelik bu üç çadırın yanında, sayılamayacak