Maurus Jókai

Patrona Halil


Скачать книгу

zaten. Bir kadını etkilemek için ona neler söylenmesi gerektiğini de bilmiyordu.

      “Gülbeyaz,” diye mırıldandı boğuk bir sesle.

      “Emrinize amadeyim efendim.”

      “Benim adım Halil. Sen de bundan sonra bana Halil de.”

      “Emrine amadeyim Halil.”

      “Bırak şimdi emirleri. Gel yanımda otur. Hadi, yaklaş biraz.”

      Kız yanına oturdu. Şimdi iyice yaklaşmıştı Halil’e.

      İşin en kötü yanı, Halil’in kıza ne söylemesi gerektiğine dair en ufak bir fikri olmamasıydı.

      Kız ise üzgün ve ilgisizdi. Köle kızlardan beklendiği gibi ağlayıp zırlamıyordu. Halil kızın kendisine başından geçenleri, neden böyle hüzünlü olduğunu anlatmasını çok isterdi. Böylelikle konuşmak onun için de kolaylaşmış olacaktı. Hem bu sayede kızı teselli edebilirdi. Tabii ki tesellinin arkasından aşk gelecekti.

      “Anlat bakalım Gülbeyaz,” dedi. “Nasıl oldu da Sultan seni pazarda satışa çıkardı?” Kız büyük siyah gözleriyle baktı Halil’e. Uzun kara kirpiklerini kaldırdığında sanki iki siyah güneş çıkmıştı ortaya. Hareketsiz ve hüzünlü bir şekilde bakmaya devam etti. “Yakında öğrenirsin,” diye mırıldandı Gülbeyaz.

      Halil, ateş parçasına yaklaştıkça arzularının giderek daha fazla şiddetlendiğini hissediyordu. Bu güzelliğe tanık olan gözleri ışıl ışıldı. Kızın elini tuttu ve dudaklarına götürdü. O da nesi? Nasıl bu kadar soğuk olabilirdi bu eller! Alın size bir sebep daha. Bu elleri öpmesi, sinesinde ısıtması lazımdı. Ne var ki bütün çabasına rağmen bu küçük elleri ısıtmakta başarısız kaldı. Kızın elleri bir ceset kadar soğuktu.

      Herhalde bu dolgun göğüsler, bu kışkırtıcı dudaklar o kadar soğuk olamazdı. Tutkuyla kendini kaybeden Halil kızı kucakladı. Kızı göğsüne doğru çekip bastırdığı sırada, kendi kendine mırıldandı kız; sesi yürekten bir yakarışı andırıyordu: “Kutsal Meryem.”

      Kızın uzun siyah saçları yüzüne döküldü. Halil, kucaklamasının kızın yüzüne biraz olsun renk getirip getirmediğini görmek için saçlarını düzeltti. Hayret! Kızın yüzü her zaman olduğundan daha beyaz görünüyordu. Bütün canlılık izleri kaybolmuştu. Gözleri devrilmişti, dudakları kapalıydı ve iyiden iyiye morarmıştı. Yoksa? Yoksa yanı başında bir cenazeyle mi beraberdi Halil?

      İnanmak istemedi. Kızın ölü taklidi yapıyor olabileceğini düşündü. Elini kızın güzel göğsünün üzerine koydu. Kalp atışlarını hissedemedi. Kız, tüm yaşam belirtilerini kaybetmişti. Onunla ne yapacaktı şimdi? Göğsünün üstünde bir ölü yatıyordu.

      Halil’in kalbini, tüm şehvetini söndüren buz gibi bir korku kapladı. Kızı ürkekçe uzaklaştırdı kendinden ve geri bıraktıktan sonra korkuyla fısıldadı:

      “Uyan hadi. Sana zarar vermeyeceğim. Sana zarar vermeyeceğim.”

      Kızın parlak kaftanı göğsünün altına doğru kaymıştı. Eliyle düzeltti. Ve dehşet içerisinde bu güzel cesedi izlemeye devam etti.

      Kısa bir süre sonra kızın dudakları aralandı, Gülbeyaz yeniden nefes alıyordu. Çok geçmeden büyük kara gözlerini açtı. Dudakları yeniden eski koyu kırmızı rengindeydi. Gözlerinin büyüleyici parlaklığı, yüzünün beyaz gülleri andıran kırılgan tazeliği yeniden eski halini almıştı. Göğsü yükselip alçalıyordu.

      Halil’in onu yatırdığı halıdan doğruldu. Etrafta dağınık duran bulaşıkları toplamaya başladı. Birkaç dakika geçtikten sonra ise şaşkınlığını frenleyemeyen Halil’e fısıldadı:

      “Artık Padişah’ın neden adi bir köle gibi pazarda satılmamı emrettiğini biliyorsun. Herhangi bir adam beni kucakladığı anda bir ölüden farksız hale geliyorum. Ancak beni bıraktıktan kısa bir süre sonra eski haline dönüyor bedenim. Beni öpmeye kalktıklarında dudaklarım buz kesiyor. Bana sarıldıklarında hissettiğim kalp atışları midemi bulandırıyor. Benim asıl adım Gülbeyaz değil, ölü beyaz!”

      3. Bölüm

      Sultan Ahmet

      Sarayın pencerelerine güneş vurmuştu. Padişah için dua etmekle görevli iki ulema geri çekilmişti. Kapı Ağası ve Anahtar Oğlanı, aceleyle Padişah’ın soyunma odasına giden yoldaki kapıları açmaya çalışıyorlardı. Onu orada, sarayın en mümtaz şahsiyetleri beklemekteydiler. Giysilerin efendisi Has Odabaşı, Sultan’ın kıyafetlerini giymesine yardımcı olan Çobodar, kuşağını belinin etrafına dolayan Dülbendar, Sultan’ı tıraş etmekle görevli Berberbaşı, Sultan’ın ellerini yıkayan İbriktar Ağa, Sultan’ın ellerini kurulayan Peşkircibaşı, Sultan’a nefis içecekler hazırlamakla görevli Şerbetçi-başı ve dikkatli bir şekilde tırnaklarını kesen Tırnakçı. Tüm bu asil kişiler, Sultan’ı fark ettiklerinde yerlere kadar eğilerek selamladılar. Üzerinde ihtişamlı oyma kapıların bulunduğu yoldan soyunma odasına doğru ilerlemesi için Sultan’ın önünü açtılar.

      Burası basit, altıgen bir odaydı. Altın işlemeli afili pencereleri vardı. Duvarlara mor kuvars taşlarıyla süslemeler yapılmıştı. Topaz ve süsenle yapılan parlak çiçek kabartmalarının arasında belirgin bir biçimde göze çarpan sümbül rengi arka plan, odanın güzelliğinin asıl kaynağıydı. Sultan değerli taşlara çok düşkündü. Giysileri pırıl pırıl parlayan görkemli elmaslar, yakutlar ve incilerle süslüydü. Bütün parmaklarında, ışıldayan yüzükler vardı. Şatafatın onun hayatında çok önemli bir yeri vardı. Çehresi de aynı ölçüde ihtişamlıydı. Zarif, kibar ve ışık saçan bir yüzdü bu. Bir baba şefkati vardı yüzünde. Yüz yüze geldiği herkesi sevecen bakışlarla izlerdi. Düz ve hassas alnında hemen hemen hiçbir kırışıklık yoktu. Sahibi hiçbir zaman öfkelenmeyeceğinden, belki de hiç kırışmayacaktı. Bakımlı, siyah saçlarında tek bir beyaz bile yoktu. Sanki gamın, kederin ne olduğunu hiç duymamıştı. Her daim mutlulukla doluydu.

      Gerçekten de onun neşesini kaçırmak mümkün değildi. Yirmi yedi yıl boyunca tahtta kalmıştı. Bu yirmi yedi sene içerisinde hiç sevindirici olmayan pek çok gelişme yaşanmıştı. Neyse ki Allah onu, bu olaylar karşısında kayıtsız kalabilmesini mümkün kılan huylarla donatmıştı. Aslına bakılırsa kendi canını bile fazla düşünmüyordu. Gerçek bir filozof olarak her koşulda kendini mutlu edecek bir şeyler bulabiliyordu. Güzel kadınları ve güzel çiçekleri seviyordu. Ve her ikisine de fazlasıyla sahipti. Bahçesi, Kanuni Sultan Süleyman’ınkinden bile daha olağanüstüydü. Sahip olduğu otuz bir çocuk, hareminde de hiç canının sıkılmadığının en güzel deliliydi.

      O gün, Sultan’ın keyfi fazlasıyla yerindeydi. Gece alışılmadık hoş rüyalar görmüş olabilirdi. Gözde eşi güzel Adsalis’in onu anlattığı sıradışı hikâyelerle eğlendirmiş olması da mümkündü. Belki de yeni bir lalenin açmasına tanıklık etmişti. Herkese el öptürdüğü sırada, arkasındaki minderi düzeltmekle uğraşan sadık hizmetkârı Berberbaşı’nın kırmızı tombul yanaklarını hafifçe tokatladı. Berberbaşı, henüz Zara kasabasında bir berber çırağıyken bile tombul yanaklıydı. Yine de bu yanakların şimdiki hallerini almaları Berberbaşı’nın yüksek makamlara gelmesinden sonra mümkün olabilmişti.

      “Allah razı olsun Berberbaşı, ellerin dert görmesin. Anlat bakalım, şehirde yeni haberler var mı?”

      İstanbul’da da berberler dedikoduları büyük bir ilgi ile takip ederlerdi. Berberbaşılık makamına bile gelmiş olsalar, bu durum değişmezdi. Bu sayede en ilginç dedikoduları anlatarak tıraş ettikleri müşterilerini rahatlatırlar, sıkılmalarına