Maurus Jókai

Patrona Halil


Скачать книгу

fazla incelemeden sarrafa verdi. Böylelikle bundan sonra yapması gerekenleri ondan öğrenebilirdi. Sarraf mektubun üzerinde yazan adresi inceledikten sonra bir an büyük bir şaşkınlığa kapıldı.

      “Patrona Halil!” diye bağırdı. “Sen çok mu safsın, saf taklidi mi yapıyorsun? Yoksa okuman mı yok?”

      “Okumam var tabii. Ama adamın mektubu kime gönderdiği beni ilgilendirmiyor.”

      “Peki öyleyse, şöyle söyleyeyim. Sen bu kişiyi çok yakından tanıyorsun. Bu mektup sana yollanmış be adam!”

      Şaşkına dönen Halil, o ana kadar ilgisini çekmeyen mektubu eline aldı. Gerçekten de kendisine yazılmıştı.

      “Galiba mektubu bırakan adam delinin tekiydi.

      İşin tuhafı şimdi elimde bir de teslim etmem gereken para kesesi var.”

      “Evet, onun üzerinde de senin adın yazıyor.”

      “İyi de ben bu para kesesi ve mektupla ne yapacağım? Bunları bana emanet eden adamın kesin aklından zoru var.”

      “En güzeli sen bu mektubu açıp oku. O zaman onlarla ne yapman gerektiğini de öğrenmiş olursun.”

      Öyle ya. Doğrusu buydu. Bir adam kendisine gönderilen bir mektupla ne yapması gerektiğini ancak onu okuyarak öğrenebilirdi.

      Mektupta şunlar yazıyordu:

      “Muhterem Patrona Halil,

      Sana yoksul bir adam olduğumu söylemiştim. Bu doğru değil. Aksine, Tanrı’ya şükür ki varlıklı bir adamım. Sürekli seyahat etmemin sebebi ise benden çalınan hayvan sürülerini geri almak değil benim için tüm hazinelerimden daha değerli olan kızımdır. Her nerede olursa olsun onu bulabilmek ve eğer mümkünse kaçıranların elinden kurtarabilmek için arkasında bıraktığı izleri takip ediyorum. Bana çok büyük yardımın dokundu. Benim hatrım için sarhoş yeniçeri ile kavga ettin. Evini benimle paylaştın. Kendin yerde yatarken yatağını bana verdin. Daha rahat olabilmem için kendi kaftanını bile çıkarıp bana yatak yaptın. Sana olan minnet borcumun bir karşılığı olarak, mektubun yanındaki bu küçük keseyi kabul et. İçinde beş bin kuruş var. Seni tekrar ziyaret ettiğim zaman, daha iyi koşullarda yaşadığını görebilmeyi umuyorum. Her konuda Tanrı yardımcın olsun.

      Minnettar kulun,

      Janaki”

      “Ben demedim mi bu adam deli diye!” diye yüksek sesle söylendi Halil. “Bir deliden başka kim üç kırmızı soğan için beş bin kuruş verir?”

      Konuşulanlara tanık olanlar, etraflarında toplanmıştı. Kafa kafaya vermişler, üç kırmızı soğan için beş bin kuruş veren Janaki’nin mi yoksa bu parayı kabul etmek istemeyen Halil’in mi daha saf olduğunu tartışıyorlardı. En sonunda, saflık konusunda kimsenin Halil’in eline su dökemeyeceğine kanaat getirildi. Zira hiç vakit kaybetmeden, kendisine parayı veren adamı aramaya başlamıştı. Ne var ki tüm aramalarına rağmen adamın izini bulamadı. Bu kadar para elinden çalınmış olsaydı hırsızların peşine düşüp yakalamak belki de bundan çok daha kolay olacaktı.

      Janaki’nin izini bulmak için dolaşırken Halil’in yolu, üç gün önce Halil Pehlivan’la kavga ettiği yere düştü. Nerede olduğunu hemen fark etmişti. Devasa adamın kafasından akan kan izleri hâlâ yerde duruyordu. Karşıdaki evin duvarında, her ikisinin de adları yazılıydı. Anlaşılan, yaşadıkları olayı ölümsüzleştirmek isteyen yeniçeri, kendine geldiğinde parmağını kendi kanına daldırıp duvara kendisinin ve rakibini ismini karalamıştı. Üstte Halil Pehlivan’ın, altta ise Patrona Halil’in kendi isminin yazılması dikkatinden kaçmadı.

      “Yok. İşte bu doğru değil,” dedi Halil kendi kendine. “Mağlup olan sendin!”. Yerden kaptığı kırmızı bir taş parçasıyla kendi adını Halil Pehlivan’ın üstüne yazdı.

      Geç saatlere kadar ordan oraya koşuşturup durmasına rağmen, Janaki’nin izine rastlamak mümkün olmamıştı. Akşam karanlığı çökerken kafası çeşit çeşit düşüncelerle karmakarışık bir haldeydi. O kadar ki Et Meydanı’nda balık pazarlığı yaparken tek bir sazanın bin kuruş olduğunu söyleseler Halil birazcık olsun şaşırmazdı. Bütün geceyi, parayı nasıl saklayabileceğini düşünerek uykusuz geçirdi.

      Ertesi gün yine pazarları dolaştı. Sonra adının duvarına yazılı olduğu evin olduğu yere gitti. O da nesi? Halil Pehlivan’ın adı yine kendi isminin üstüne çıkmıştı.

      “Artık buna bir son vermeli,” diye homurdandı Halil. Bir hamal çağırdı. Hamalın omuzlarının üzerine çıkarak adını evin saçaklarının hemen altında bulunan bir noktaya yazdı. Böylece Halil Pehlivan’ın adı artık kendi isminin üstüne çıkamayacaktı. Patrona Halil, altta kalmayı kabullenmeyen bir tabiata sahipti. Kendisinden üstün başka bir insanın varlığı düşüncesi ona ıstırap veriyordu. Evine doğru giderken Çırağan Sarayı’nın yanından geçti. O geçtiği sırada, Padişah Sultan III. Ahmet, Sadrazam’ı Damat İbrahim, Kâhya Bey, Kaptan-ı Derya ve Ayasofya Vaizi İspirizade sarayın çevresinde geziniyorlardı. Onları fark edince yere kapandı. O sırada kalbinin derinliklerinden gelen bir sesin ona şöyle fısıldadığını hissediyordu: “Bir gün gelecek şimdi benim yaptığım gibi siz de benim karşımda eğileceksiniz. Benim, Patrona Halil’in, işportacının… Evet evet siz, imparatorluğun ve evrenin tüm efendileri.”

      Halil, evrenin efendileri maiyetleri ile beraber yanından geçip giderken kafasını kaldırmadığı için çok şanslıydı. Aksi halde Sultan’ın önünde, elinde palasıyla yürüyen Halil Pehlivan onu tanıyabilirdi. Bu durumda yeniçeri, Halil’in kafasını ortadan ikiye ayırıverdi. Hiç kimse de gariban işportacının başına gelenleri sorgulamaz, Halil canından olduğu ile kalırdı.

      2. Bölüm

      Gülbeyaz

      Patrona Halil’in dükkânı pazardaki yerini almıştı. Halil, tütün, uzun tütün çubuğu ve pipo sapları satıyordu. Yaptığı iş çok kârlı sayılmazdı. Tezgâhında, âlemcilerin en önemli gözdesi olmasına rağmen afyon bulundurmuyordu. Zaten haline ve tavrına bakan birisi, onun uyuşturucu satmadığını kolaylıkla anlayabilirdi. Ruhu uyuşturan böyle şeyleri tezgâhında satmayacağına dair kendi kendine söz vermişti. Ne zaman bu konudaki kararlılığında bir gevşeme hissetse kendisine verdiği bu sözü aklına getirirdi. Zaman zaman etrafına topladığı komşularına bu mesele hakkında söylevler veriyordu. Afyon belasını inançlı insanların başına, onları mahvetmek isteyen şeytan musallat etmişti. Afyon cinlerin pisliğiydi. Buna rağmen Müslümanlar bu pis şeyi ağızlarına alıp çiğnemekten, dumanını içlerine çekmekten çekinmiyorlardı. Bu yaptıkları onlar, gelecek kuşaklar ve tüm İslam dünyası için büyük bir felakete neden olacaktı. Komşuları onu karşı çıkmadan dinleseler de olabildiğince fazla miktarda afyon satmaya devam ediyorlardı. Zira afyon ticareti benzerleri arasında en kârlısıydı. Meseleyi kendi aralarında da tartıştıkları oluyordu. Herhangi bir kişi bıçakla kendi boğazını kesebilir diye tezgâhlarda bıçak satmaktan vazgeçmek akıllıca bir iş miydi? Halil’in ticaretten anlamadığı çok açıktı. Elde ettiği küçük kârla mutlu oluyor ve asla daha fazlasını istemiyordu.

      Birdenbire beş bin kuruşa sahip olan Halil, ne yapacağını şaşırmıştı. Gerçekten arzuladığı şey, erişemeyeceği kadar uzaktaydı. Gönlünde yatan arzu; donanma filolarını, savaş düzenindeki şanlı orduları yönetmekti. Şehirler ve kaleler inşa etmek; bir emriyle yükselttiği paşaları bir diğeriyle indirmek istiyordu. İçinde her şeye hakim olma arzusu vardı. Ne yazık ki sahip olduğu beş bin kuruş, bu hayallerin gerçekleşebilmesi için yeterli değildi. Bir açıdan bakıldığında çok