Альберт Генри Вратислав

Slav masalları


Скачать книгу

ne görülmüş ne de işitilmişti.

      Son kata çıkınca gözüne tavanda bulunan kapak şeklindeki küçük demir kapı ilişti ama kapalıydı. Altın anahtarla kapıyı açıp kaldırdı ve yukarı çıktı, daire şeklinde büyük bir odaya vardı. Tavan, bulutsuz bir gecedeki gökyüzü gibi koyu maviydi ve üzerinde gümüş yıldızlar parlıyordu. Zemin yeşil ipek bir halıyla kaplıydı.

      Duvarlar altın çerçeveli on iki yüksek pencereyle çevrilmişti. Pencerelerin hepsinin kristal camının üzerine güzel bir kız resmedilmişti. Gökkuşağı renklerine bürünmüş ve farklı elbiseler giymiş kızların başlarını birer taç süslüyordu. Üstelik hepsi birbirinden güzeldi. Prensin bir kızdan başını çevirip diğerine bakabilmesi bile şaşılacak şeydi doğrusu. Genç adam hayranlıkla onları izlerken genç kızlar birden canlanmış gibi kıpırdanmaya başlıyor, ona bakıp gülümsüyor ama konuşmuyorlardı.

      O sırada Prens, on iki pencereden birinin beyaz bir perdeyle örtülü olduğunu fark etti. Arkasında ne olduğunu görmek için perdeyi kaldırdı. Karşısına beyaz elbiseli bir kız çıktı. Belinde gümüş bir kemer ve başında incilerle süslü bir taç vardı. İçlerindeki en güzel kızdı bu. Gelgelelim, yüzü sanki mezardan çıkmış gibi soluk ve üzgündü. Prens, bir şey keşfetmiş gibi kızın resminin önünde uzunca bir süre dikildi. Ona bakarken kalbi acıyordu. Genç adam şöyle haykırdı: “Bu kızdan başkasıyla evlenmem!” Bu sözler üzerine yüzü bir gül gibi kızarıveren genç kız hemen başını eğdi. İşte o anda diğer resimlerin hepsi kayboldu.

      Prens hemen aşağı inip gördüklerini anlattı. Hangi kızı seçtiğini açıkladı. Oğlunun kararı yaşlı Kral’ı çok üzmüştü ama bir süre düşündükten sonra şöyle dedi: “Perdeyi kaldırarak hiç iyi yapmamışsın oğlum. Üstelik kıza verdiğin sözle kendini ateşe attın. O kız kötü bir büyücünün tutsağıdır, demir bir kalede yaşar. Onu kurtarmaya çalışanların hiçbiri sağ dönemedi. Ama olan oldu artık, söz namustur. Haydi, git şimdi! Şansını dene ve sağ salim eve dön!”

      Prens babasına veda edip atına atladı ve evleneceği kızı aramak üzere yola koyuldu. Kocaman bir ormandan geçti, yolunu kaybedene dek at sürmeye devam etti. Nereye gideceğini bilmeden çalılıklar, kayalar ve sazlıklar arasında dolanıp dururken birinin “Hey, durun bir dakika!” diye seslendiğini işitti. Prens başını çevirince uzun boylu bir adamın hızla yaklaştığını gördü. “Bekleyin beni! Sizinle geleyim, beni hizmetinize alın. Buna pişman olmayacaksınız!” “Sen de kimsin?” diye sordu Prens. “Bana nasıl yardım edebilirsin ki?” “İsmim, Uzun. Vücudumu gerip boyumu uzatabilirim. Şu ötedeki çam ağacında bir kuş yuvası var, görüyor musunuz? İşte o yuvayı ağaca tırmanmama gerek kalmadan getirebilirim size.”

      Bu sözlerin ardından Uzun kendini germeye başladı. Bir anda çam ağacının uzunluğuna ulaşmıştı. Kuş yuvasını aldıktan sonra hemen eski boyuna döndü ve yuvayı Prens’e uzattı. Prens pek etkilenmiş gözükmüyordu: “Pek hünerli olduğun doğru ama kuş yuvaları ne işime yarayacak ki? Beni bu ormandan çıkarabilir misini onu söyle!” “Ah, bu çok kolay efendim,” dedi Uzun. Sonra yine gerinmeye başladı. Nihayet ormandaki en yüksek incir ağacının tam üç katı kadar uzamıştı. Etrafı inceledikten sonra Prens’e döndü: “Ormandan en yakın çıkış şu tarafta.” Sonra tekrar kısalıp atını eyerinden tuttu. Prens neler olup bittiğini anlayamadan ormanı arkalarında bırakmışlardı bile. Önlerinde uzun ve geniş bir ova duruyordu. Ötede ise büyük bir şehrin surlarını andıran sarp kayalıklar ve ormanlarla kaplı dağlar vardı.

      “Arkadaşım işte orada, efendim!” dedi Uzun birden ovayı göstererek. “Onu da hizmetinize almanız gerek. Size çok yardımcı olacaktır.”

      Prens, “O halde yanımıza çağır arkadaşını. Hüneri neymiş görelim,” dedi.

      “Ama epey uzakta, efendim,” dedi Uzun. “Beni buradan duyamaz. Zaten gelmesi uzun sürecektir zira epey yükü var. İyisi mi ben yanına gideyim.”

      Sonra Uzun bir kez daha öyle bir uzadı ki başı bulutlara değdi. İki üç adım atıp arkadaşını kolundan tuttuğu gibi Prens’in önüne getirdi. Bu kısa boylu, tıknaz bir adamdı. Yüz kiloluk varillere benzeyen kocaman bir göbeği vardı. “Sen kimsin?” diye sordu Prens. “Ne işe yararsın?”

      “Benim adım Geniş’tir efendim. Kendimi enine genişletebilirim.”

      “Bir örnek göster bakalım.”

      “Elbette! Hemen atınıza binip ormana geri dönün!” diye bağırdı Geniş, kendini yaymaya başlarken.

      Prens niçin oradan uzaklaşması gerektiğini anlayamamıştı ama Uzun’un ormana gitmek için acele ettiğini görünce atına atlayıp dörtnala koşturdu. Tam zamanında hareket etmişti yoksa göbeği dört bir tarafa yayılan Geniş, Prens’i atıyla birlikte ezip geçecekti. O kısacık adam öyle genişlemişti ki yıkılıp paramparça olmuş bir dağın kütlesi gibi her yeri doldurmuştu. Daha sonra Geniş kendini şişirmeyi bırakıp eski haline döndü. Bunları yaparken çıkardığı şiddetli rüzgâr yüzünden ormandaki ağaçlar eğilip bükülmüştü. “İyi iş çıkardın,” dedi Prens, “Senin gibi bir adam her gün karşıma çıkmaz. Bizimle gelebilirsin.”

      Yola devam ettiler. Kayalıklara yaklaşınca bir adam daha çıktı karşılarına. Gözleri bir mendille bağlıydı. “Efendim, bu bizim diğer arkadaşımızdır,” dedi Uzun. “Onu da hizmetinize almalısınız. Yedireceğiniz her lokmanın hakkını vereceğinden eminim.”

      “Sen kimsin?” diye sordu Prens. “Gözlerin neden bağlı? Hiçbir şey göremiyorsun, bana nasıl yardım edeceksin!”

      “Bilakis, efendim! Haddinden iyi gördüğüm için gözlerimi bağlamaya mecbur kaldım. Eğer gözlerimi açacak olursam gördüğüm her şeye uzun uzun bakarım. Öyle ki sonunda baktığım şey tutuşup yanmaya başlar. Ateş alamayan şeyler ise un ufak olur. İşte bu yüzden Keskin Bakışlı derler bana.”

      Adam bu sözleri söyledikten sonra mendili çıkarıp gözlerini tam karşıdaki kayaya dikti. Kaya çatırdamaya başladı. O koca kaya bir anda un ufak olmuş, geriye bir kum yığını kalmıştı. Kumların üstünde alev gibi bir şey parlıyordu. Keskin Bakış gidip o şeyi Prens’e getirdi. Elindeki saf altındı.

      “Aman Tanrım! Sen paranın satın alamayacağı kadar değerli bir adamsın!” dedi Prens. “Hizmetinden faydalanmayacak adam hakikaten aptalın tekidir. Şimdi madem her şeyi bu kadar iyi görüyorsun, söyle bakalım: Demir kale çok mu uzakta? Hem neler oluyor orada?”

      “Yalnız başınıza giderseniz, belki bir yılda bile oraya varamazsınız. Ama bizim yardımımızla akşam yemeğine yetişirsiniz,” diye cevap verdi Keskin Bakış. “

      "Peki, müstakbel karım ne yapıyor?" diye sordu Prens.

      “Kızcağız, ucu göklere değen bir kulede,

      Demir bir kafeste yaşıyor.

      Oturmuş acı acı iç çekiyor.

      Bir büyücü tepesinde nöbet tutuyor.”

      Bunu işiten Prens ağlamaya başladı. “İçinizde merhamet sahibi olan varsa, kızı kurtarmam için bana yardım etsin!” dedi. Üç adam da yardım edeceklerine söz verdiler. Keskin Bakış’ın gözleriyle kayalıkları delerek açtığı yoldan geçip yüksek dağlar ve derin ormanları aştılar. Prens’in üç arkadaşı, yolda karşılarına çıkan her engeli ortadan kaldırıyordu.

      Güneş batıya doğru yönelirken dağlar alçaldı, ormanlar açıldı ve kayalar çalılıkların arasında kayboldu. Güneş artık batmak üzereyken Prens, hemen ileride bir demir kale gördü. Akşam olurken kale kapısına varan