Альберт Генри Вратислав

Slav masalları


Скачать книгу

bitirince nerede uyuyacaklarını anlamak için etrafa bakındılar. Bunun üzerine birden kapılar açıldı ve odaya bir büyücü girdi. Üzerinde uzun siyah bir kaftan vardı. Sırtı iki büklüm olmuş ihtiyar bir adamdı. Başı keldi, ak sakalı dizlerine değiyordu, belinde ise kemer yerine üç demir halka vardı. Beyazlar içinde çok güzel bir kızın elini tutuyordu. Kızın beli gümüş bir kuşakla sarılıydı, başında incilerle süslü bir taç vardı. Gelgelelim, kızcağız mezardan yeni çıkmış gibi soluk ve üzgündü. Prens, kızı hemen tanıyıp ona doğru atılmıştı fakat daha tek kelime edemeden Büyücü konuştu: “Senin neden geldiğini biliyorum. Prenses’i buradan götürmek istiyorsun. Öyle olsun! Tabii, üç gün boyunca onu gözünün önünde tutabilirsen! Eğer kız elinden kaçarsa, tıpkı senden önce gelenler gibi sen ve üç hizmetkârın taş olacaksınız.” Büyücü, Prenses’e oturmasını söyleyip odadan çıktı.

      Prens, gözlerini genç kızdan alamıyordu. O kadar güzel bir kızdı ki! Sonra kızla konuşmaya başladı, bir sürü soru sordu. Ne var ki kız ne cevap veriyor ne de gülümsüyordu. Sanki mermerdenmiş gibi oracıkta oturuyor, kimseye bakmıyordu. Prens kızın yanına oturdu. Kaçmasından korktuğu için bütün gece uyumamaya kararlıydı. Uzun, kızın bir yere gitmesini engellemek için kendini iyice uzatıp âdeta bir şerit gibi odayı sardı. Geniş, kapı eşiğinde yerini alarak enine doğru genişlemeye başladı. Öyle ki içeri küçücük bir farenin girmesi dahi imkânsızdı. Keskin Bakışlı ise odanın tam ortasındaki direğe dayanarak nöbet tutmaya koyuldu. Fakat bir süre sonra hepsi esnemeye başladı ve uykuya yenik düştüler. Bütün gece mışıl mışıl uyudular. Büyücü onları suya atsa haberleri olmayacaktı.

      Sabah gün ışımaya başladığında ilk uyanan Prens olmuştu. Bir de ne görsün, Prenses ortalıkta yoktu! O an sanki bir bıçak saplandı kalbine. Hemen adamlarını uyandırıp ne yapabileceklerini sordu. “Üzülmeyin, efendim,” dedi Keskin Bakışlı. Pencereden dışarı dikkatlice baktı. "Onu görebiliyorum. Yüz kilometre ötede bir orman var, ormanın ortasında yaşlı bir meşe ağacı duruyor. Ağacın tepesinde ise bir meşe palamudu var. İşte o palamut sizin aradığınız kızdır." Uzun hemen Keskin Bakışlı’yı sırtına alıp uzadı. Tek adımda on kilometre ilerliyordu. Keskin Bakışlı ise ona rehberlik ediyordu.

      Göz açıp kapayana dek geri dönmüşlerdi. Uzun, meşe palamudunu hemen Prens’e teslim etti ve şöyle dedi: “Efendim, bu meşe palamudunu yere atın.” Prens, Uzun’un dediği gibi palamudu yere bırakır bırakmaz güzel Prenses yanında belirdi.

      Sonra tekrar kuleye gittiler. Güneş dağların ardından kendini gösterdiği esnada çift kanatlı kapılar büyük bir gürültüyle açıldı. Odaya giren Büyücü'nün yüzünde hain bir gülümseme vardı. Lakin Prenses’i odada görünce kaşlarını çatıp homurdandı. Bir de ne olsa beğenirsiniz! Belindeki demir halkalardan biri parçalanıp yere düştü. Sonra kızı elinden yakalayıp götürdü.

      Yapacak hiçbir şey olmadığından Prens bütün günü kalede dolaşıp etraftaki muhteşem şeylere bakarak geçirdi. Sanki her yerde hayat durmuş gibiydi. Odaların birinde genç bir prens gördü. İki eliyle kılıcını kavramıştı. Belli ki delikanlı karşısındakini ikiye bölme niyetindeydi ama planladığı darbeyi indiremeden taşa dönmüştü.

      Diğer odada yine taşa dönmüş bir şövalye vardı. Sanki korku içinde birinden kaçarken eşikte tökezlediği için yere doğru yönelmiş fakat düşmemişti. Bacanın hemen altında bir hizmetçi oturuyordu. Bir elinde bir parça kızarmış et vardı. Ama öteki eliyle aldığı lokmasını ağzına götüremeden donakalmıştı. Bunlar gibi daha nicelerinin taş kesilmiş olduğunu gördü. Büyücü “taş ol” dediği anda ne yapıyorlarsa, o halde donakalmışlardı. Yalnızca insanlar değil hayvanlar da Büyücü'nün lanetinden nasibini almıştı. Bir sürü güzel at, sahibi gibi taşa dönüşmüştü. Kalenin her yanı ıssızdı, sanki etrafa ölüm serpilmiş gibiydi. Ağaçlar yapraksız, çayırlar çimensizdi. Bir nehir vardı ama akmıyordu. Tek bir kuş sesi işitilmiyordu. Ne toprakta bir çiçek ne de suda bir balık vardı.

      Prens'le arkadaşları sabah, öğlen ya da akşam herhangi bir yiyecek sıkıntısı çekmiyordu. Et yemekleri kendiliğinden masaya geliyor, kadehleri şarapla doluyordu. Akşam yemeğinden sonra kanatlı kapılar tekrar açılıyor ve Büyücü, Prenses’i elinden tutup getiriyordu. Prens’in onu gözünün önünden ayırmaması gerekiyordu. Gelgelelim, Prens ve arkadaşları var güçleriyle direnmelerine karşın her defasında uykuya yenik düşüyorlardı.

      Prens yine bir sabah şafak sökerken uyandığında Prenses’in ortalıktan kaybolduğunu fark etti. Bunun üzerine Keskin Bakışlı’yı kolundan çekip “Hey, Keskin Bakışlı, uyan! Prenses nerede biliyor musun?” diye sordu. Keskin Bakışlı, gözlerini ovup dışarı baktıktan sonra “Evet, onu görebiliyorum. 200 mil ötedeki dağda bir kaya var. Kayanın üzerinde değerli bir taş duruyor, işte Prenses o taşa dönüşmüş. Uzun beni oraya götürebilirse kızı hemen getiririm!” dedi.

      Uzun hemen onu sırtına alıp göklere kadar uzadı, yine her adımda yirmi mil katediyordu. Keskin Bakışlı, parlak gözlerini dağa çevirdiğinde dağ çökmeye başladı. Kayalık ise bin parçaya ayrıldı. Aradıkları değerli taş oracıkta pırıl pırıl parlıyordu. Hemen taşı alıp Prens’e götürdüler. Prens, kıymetli taşı yere atınca Prenses yanı başında bitiverdi. Büyücü akşam odaya girip kızı orada görünce öfkeden deliye döndü. Üstelik belindeki halkalardan biri daha kopmuştu. Yaşlı Büyücü homurdanıp Prenses’i odadan çıkardı.

      O gün tıpkı bir önceki gün gibi geçti. Akşam yemeğinden sonra Büyücü, Prenses’i bir kez daha odaya getirdi. Prens’in suratına sert sert bakıyordu. Sonra küçümseyici bir tavırla şu sözleri söyledi: “Benimle aşık atabileceğini sanıyorsun ha? Kimin galip geleceğini göreceğiz bakalım!” Ardından odayı terk etti. Prens ve adamları, o gece uyumamakta kararlıydı. Hatta oturmayacaklardı bile. Bütün gece odada volta atacaklardı ama nafile! Yine büyülenmişlerdi. Yürüdükleri sırada birer birer uykuya daldılar. Bu arada Prenses ortadan kaybolmuştu.

      Sabah Prens yine ilk uyanan kişiydi. Prenses’in odada olmadığını görünce Keskin Bakışlı’yı uyandırdı: “Hey! Uyan, Keskin Bakışlı! Prenses’i bulmamız gerek!” Keskin Bakışlı uzunca bir süre etrafa baktı. Nihayet, “Efendim,” dedi, “Prenses çok uzaklarda! Üç yüz mil ötede kara bir deniz var, bu denizin ortasında ve en dibinde bir deniz kabuğu, kabuğun üzerindeyse altın bir yüzük var. İşte Prenses o altın yüzüktür. Ama üzülmeyin! Onu bulup getireceğiz. Yalnız, bu sefer Uzun'la birlikte Geniş’in de gelmesi gerek, ona ihtiyacımız olacak.”

      Uzun, bir omzuna Keskin Bakışlı’yı öteki omzunaysa Geniş’i alıp her adımda otuz mil aştı. Kısa sürede denize vardılar. Keskin Bakışlı, arayacakları yeri gösterdi. Uzun, iyice boyunu uzatmıştı ama denizin dibine ulaşamadı.

      “Bekleyin, arkadaşlar! Birazcık bekleyin, size yardım edeceğim,” dedi Geniş. Ardından göbeğini var gücüyle gerdi. Sahile uzanıp deniz suyunu içmeye başladı. Çok geçmeden sular çekilmişti. Böylece Uzun kolayca dibe ulaşarak deniz kabuğunu aldı. İçindeki altın yüzüğü çıkardı ve arkadaşlarını omzuna alıp hızla yola koyuldu. Fakat Geniş’i taşımak epey zordu zira denizin yarısı hâlâ midesindeydi. Bu yüzden büyükçe bir vadiye geldiklerinde onu omzundan attı. Geniş, sanki yüksek bir kuleden fırlatılmış bir çuval gibi yere yuvarlanınca bütün vadi sular altında kaldı. Kocaman bir göl oluşmuştu ve Geniş, suyun içinden güçlükle çıkabilmişti.

      Bu sırada Prens kalede endişeli bir bekleyiş içindeydi. Gün bitiyordu ama hizmetkârları hâlâ geri dönmemişti. Şafak sökerken