Bu şifalı suyun tekrar akması için bir çare var mı?”
“Çok kolay. Kuyunun ağzında bir karakaplumbağası oturmuş, suyun çıkmasını engelliyor. Onu öldürüp kuyuyu güzelce temizlesinler. Kuyudan yine su çıkmaya başlayacak.”
Yaşlı adam tekrar uyuyunca cadı ikinci altın saçı koparıp yere attı.
“Neyin var, anne?”
“Hiçbir şey oğlum. Uyumuşum da yine çok tuhaf bir rüya gördüm. Bir şehir vardı. Buradaki elma ağacının meyveleri gençlik veriyordu. Elmalardan bir ısırık alan ihtiyarlar gencecik oluyorlardı. Gelgelelim, yirmi senedir ağaç tek bir meyve vermemiş. Bunun bir çaresi var mıdır?”
“Çok kolay. Ağacın dibinde yatan yılan yüzünden oluyor. Elma ağacının bütün gücünü emiyor. Yılanı öldürüp yeni bir fidan diksinler, eskisi gibi sihirli meyveler alacaklar.”
Yaşlı güneş bir kez daha uykuya dalınca cadı üçüncü saç telini çekti.
“Bırak da uyuyayım, anne!” dedi yaşlı adam homurdanarak. Kalkmak istemişti ama annesi, “Yat, oğlum! Kızma, seni uyandırmak istememiştim. Ama ağır bir uyku bastırdı, acayip bir rüya daha gördüm. Bir balıkçı vardı. Tam yirmi senedir kara bir denizde bir aşağı bir yukarı gidip geliyor. Bugüne dek kimseler gelip de onu bu görevden azat etmemiş. Ne zaman dinlenecek bu adam?”
“Kayıkçı, aptal bir annenin oğludur. Küreğini bir başkasının eline verip kıyıya çıksın. Böylelikle, onun yerine bir başkası geçmiş olacak. Ama artık bırak da uyuyayım. Yarın sabah erkenden kalkıp Kral’ın kızının gözyaşlarını silmem gerek. Her gece kocası, yani kömürcünün oğlu için ağlayıp duruyor. Kral onu üç altın saçımı almaya yollamış!”
Sabah olunca yine bir rüzgâr koptu. Önceki akşam annesinin dizinde uyuyan yaşlı adam, altın saçlı güzel bir çocuk yani kutsal güneş olarak uyanmıştı. Annesine veda edip pencereden uçtu gitti. Yaşlı cadı küvete dönüp seslendi: “İşte, istediğin üç altın saç. Çokbilmiş Dede’nin sorduğun üç soruya ne cevap verdiğini de biliyorsun. Haydi git şimdi, güle güle! Beni bir daha görmeyeceksin çünkü yardımıma ihtiyacın kalmadı!” Suda Yüzen minnettar olduğunu söyleyip teşekkür etti ve oradan ayrıldı.
İlk şehre varınca Kral ne haberler getirdiğini sordu. “İyi haberler,” dedi Suda Yüzen. “Kuyuyu güzelce temizletin, suyun ağzında oturan kurbağayı öldürtün. Yine eskisi gibi taptaze su çıkacak kuyudan.” Kral zaman kaybetmeden söylenenleri yaptırdı. Kuyudan bol bol taze su çektiler. Bunun üzerine Kral, Suda Yüzen’e kuğular gibi bembeyaz on iki at hediye etti. Her birinin üzerinde taşıyabildikleri kadar altın ve gümüş yüklüydü.
İkinci şehre vardığında yine ne haber getirdiğini sordular. “İyi haberler!” dedi Suda Yüzen. Elma ağacını kökünden sökün, orada bir yılan bulacaksınız. Onu öldürün. Sonra elma ağacını yeniden dikin. Eskisi gibi meyve verecek. Kral hemen bunları yaptırdı. Daha o günün gecesinde elma ağacı çiçek açtı, sanki her yanı güllerle donanmış gibiydi. Buna çok sevinen Kral, Suda Yüzen’e kuzgun gibi kapkara on iki at hediye etti. Her birinin üzerinde taşıyabildikleri kadar değerli eşya yüklüydü.
Suda Yüzen yoluna devam etti ve kayıkçının yanına geldi. Kayıkçı ona ne zaman kurtulacağını öğrenip öğrenmediğini sordu. “Öğrendim,” dedi Suda Yüzen. “Ama önce beni karşıya geçirmen gerek. O zaman anlatacağım.” Kayıkçı itiraz ettiyse de başka çaresi olmadığını görünce yirmi dört atıyla birlikte delikanlıyı karşıya geçirdi. “Bir dahaki sefere birini karşıya geçireceğin zaman, küreği o kişinin eline ver ve suya atlayıp sahile çık. Böylece o kişi, senin yerine kayıkçı olacak,” dedi Suda Yüzen.
Suda Yüzen’in Çokbilmiş Dede’nin başındaki üç sarı saçı getirdiğini gören Kral gözlerine inanamadı. Prenses bu defa üzüntüden değil, eşi döndüğü için sevinçten ağlıyordu.
“Bu güzel atları, bu değerli eşyaları nereden buldun?” diye sordu Kral. “Hepsini hak ettim,” dedi Suda Yüzen. Sonra yaptıklarını anlatmaya koyuldu. Yiyenleri gençleştiren ağacın yeniden yeşermesine, hastaları iyileştirip ölüleri dirilten kuyunun temizlenmesine yardım ettiğini söyledi. “Gençlik veren elma ağacı! Ölüleri dirilten su mu?” diye kendi kendine sordu Kral. “O elmalardan bir tane yesem tekrar genç bir adam olurum. Ölmüş olsam, abıhayatla yeniden can bulurum.” Bu düşüncelerle hiç zaman kaybetmeden yola koyulup o ağaç ile kuyunun olduğu diyarları bulmaya gitti ve bir daha geri dönmedi.
Böylelikle kömürcünün oğlu, tıpkı Yazgı’nın tayin ettiği Kral’ın damadı oldu. Kral’a gelince, belki de hâlâ o kara denizde gibi kayığıyla bir aşağı bir yukarı gidip geliyordur.
Bu masal Grimm Kardeşler’in “Üç Altın Saçlı Dev” adlı masalının bir varyantıdır. Grimm Kardeşler’in masalında devin kim olduğu ya da yalnızca üç altın saçının olduğu açıkça belirtilmemişken, Bohemya masalında “Çokbilmiş Dede”nin güneş ve üç altın saç telinin güneş ışınları olduğu aşikârdır.
Altın Saç
Evvel zaman içinde pek zeki bir kral yaşardı. Öyle ki bütün hayvanların dilinden anlar, birbirlerine ne söylediklerini bilirdi. Kral hayvanların lisanını şöyle öğrenmişti:
Çok uzun zaman önce Kral’ın yanına ufak tefek ihtiyar bir kadın gelmişti. Elindeki sepette bir yılan vardı. Bu yılanı pişirip akşam yemeğinde yerse denizde, havada ve karada ne kadar hayvan varsa, hepsinin dilinden anlayabilecekti. Başka kimsenin anlayamadıklarını anlama fikri, Kral’ın pek hoşuna gitmişti. Bu hizmet karşılığında yaşlı kadına bolca para verdi. Sonra aşçısına yılanı akşam yemeği için pişirmesini emretti. “Yalnız, sakın tek bir lokma alayım deme. Yoksa itaatsizliğinin bedelini başınla ödersin,” dedi.
Aşçısı George, Kral’ın emrine pek şaşırmıştı. “Ömrümde böyle bir balık görmedim,” dedi kendi kendine. “Tıpkı bir yılana benziyor! Hem pişirdiği yemekten tatmayan aşçı görülmüş müdür?”
Yılanı pişirdikten sonra bir lokma alıp tattı ve kulakları çınlamaya başladı: “Bize de biraz ver! Bize de biraz ver!” George etrafına baktı ama mutfakta uçuşan sineklerden başka bir şey görmedi. Yine dışarıdan bir ses geliyordu: “Nereye gidiyorsun? Nereye gidiyorsun?” Daha tiz birkaç ses cevap verdi: “Değirmencinin arpasına! Değirmencinin arpasına!”
George pencereden dışarı bakarken bir erkek kaz gördü, onu bir dişi kaz sürüsü izliyordu. “Aha!” dedi, “Demek bu böyle bir balıkmış.” Artık ne olduğunu biliyordu. Hemen ağzına bir lokma daha atıp pişirdiği yılanı Kral’a sundu. Hiçbir şey olmamış gibi davranacaktı.
Yemekten sonra Kral, George’a atları hazırlayıp onunla gelmesini emretti. Birlikte gezintiye çıkmak istiyordu. Kral önden ilerliyor, George da takip ediyordu.
Yeşil bir çayırda ilerledikleri sırada George’un atı sıçrayıp kişnemeye başladı. “Hey! Hey! Birader, kendimi öyle hafif hissediyorum ki dağların üstünden atlayabilirim!”
“Ah, ben de atlayıp zıplamak istiyorum,” diye cevap verdi diğer at, “Ne var ki ihtiyarın teki var sırtımda. Bir kere zıplayacak olsam, un çuvalı gibi yere yuvarlanıp boynunu kırabilir.”
“Aman kırsın, ne olacak!” dedi George’un atı. “Böylece bir ihtiyar yerine genç bir adamı taşımaya başlarsın belki.”
Bu konuşmayı işiten George gülmekten kendini alamadı ama ihtiyatlı davranıp