Альберт Генри Вратислав

Slav masalları


Скачать книгу

olduğunu asla bilemezsin çünkü.”

      Kral, George’un bu görevi de başardığını görünce ona altın saçlı kızını vereceğini söyledi. “Ama,” diye ekledi, “onu kendin seçmen gerek.”

      Sonra Kral, George’u büyük bir salona götürdü. Salonun ortasında yuvarlak bir masa vardı. Masanın etrafında on iki güzel kız oturuyordu. Kızların hepsi birbirine benziyordu. Üstelik her birinin saçı kar beyaz bir mendille örtülüydü. Bu yüzden hangisinin altın saçlı olduğunu bilmeye imkân yoktu. “İşte kızlarım,” dedi Kral. “Hangisinin Altın Saç olduğunu tahmin edebilirsen onu alıp götürebilirsin. Aksi halde, tek başına memleketine dönersin.”

      George çok endişeliydi, ne yapacağını bilemiyordu. Bu sırada kulağında bir ses işitti: “Vız! Vız! Masanın etrafında dolaş. Hangisi olduğunu söyleyeceğim sana.”

      Bu, George’un hayat suyuyla dirilttiği sinekti. “Bu değil, hayır bu da değil. Evet, işte Altın Saç bu!”

      “Bana bu kızınızı verin,” diye bağırdı George. “Onu efendime götürmeyi hak ettim.”

      “Evet, doğru tahmin ettin,” dedi Kral. Genç kız hemen masadan kalkıp başını örten mendili çıkardı. Altın saçları berrak ırmaklar gibi ta yerlere kadar akıyor, tıpkı sabah güneşi gibi etrafa ışık saçıyordu. George’un gözleri kamaşmıştı.

      Sonra Kral, kızına yolculuk için gereken her şeyi verdi. George, efendisiyle evlenmesi için onu saraya götürdü. Altın saçlı kızı gören yaşlı kralın gözleri ışıldamıştı. Böyle güzel bir kızla evleneceği için sevinçten havalara uçan Kral, düğün için hazırlıkların yapılmasını emretti. "İtaatsizliğin yüzünden seni astıracak, kuzgunlara yem edecektim,” dedi George’a. “Ama bana öyle iyi hizmet ettin ki başını bir baltayla uçurtmakla yetineceğim. Sonra da seni şerefli bir şekilde gömdüreceğim."

      Böylece George idam edildi. Altın Saçlı, cesedin kendisine verilmesi için yalvardı. Kral, altın saçlı güzele hayır diyemiyordu. İsteği yerine getirilen kız, George’un başını bedenine yapıştırıp üzerine ölüm suyundan serpti. Böylelikle başı ve vücudu birleşti. Boynundaki yaradan eser kalmamıştı. Sonra kız, hayat suyundan serpti ölünün üzerine. George bir anda dirilmişti, sanki yeniden doğmuş gibi yüzünden can fışkırıyordu.

      “Ah, ne derin uyumuşum!” dedi George gözlerini ovuşturarak.

      “Evet, hakikaten pek derin bir uykudaydın,” dedi Altın Saçlı. “Ben olmasam sonsuza dek uyanamayacaktın.”

      Kral, George’un dirildiğini, üstelik eskisinden de genç ve yakışıklı olduğunu görünce kendisi de gençleşmek istedi. Başının kesilip cesedinin üzerine hayat suyu serpilmesini emretti. Emri yerine getirildi. Kesik başını vücuduna yapıştırıp hayat suyundan serptiler. Su bitene kadar devam ettiler ama baş ile vücut bir türlü birleşmiyordu. Ardından ölüm suyundan serpmeye başladılar. Kral’ın başı ile beden birleşti lakin artık dirilmesi imkânsızdı çünkü hayat suyundan hiç kalmamıştı.

      Krallık, kralsız kalamazdı. George gibi zeki ve tüm hayvanların lisanından anlayan bir başkası yoktu. İşte bu yüzden George’u kral, Altın Saç'ı ise kraliçe ilan ettiler.

      Zekâ ile Şans

      Evvel zaman içinde Şans, bir bahçede oturmuş dinlenen Zekâ ile karşılaşmıştı. “Bana yer aç bakalım!” dedi Şans. Zekâ o zamanlar tecrübesizdi, karşısındakinin kim olduğunu bilmiyordu. Şöyle cevap verdi: “Ne diye sana yer açacakmışım? Benden üstün değilsin ki.”

      “Üstün olan,” dedi Şans, “en çok işe yarayanımızdır. Şu ötede, tarlasını süren köylü genci görüyor musun? Onun aklına gir. Eğer sen ona benden daha fazla yardımcı olabilirsen, karşılaştığımız her yerde ve her zaman sana yol açarım.”

      Zekâ bunu kabul ederek köylü delikanlının aklına girdi. Genç adam, zekânın varlığını hisseder hissetmez şöyle düşünmeye başladı: “Ne diye ölene dek bu tarlayı süreyim ki? Başka bir yere gidip kolayca servet kazanabilirim.” Sonra hemen tarlayı sürmeyi bırakıp eve gitti.

      “Baba,” dedi, “ben köy hayatını sevmiyorum. Bahçıvanlık bana daha uygun bir iş.”

      Babası şaşırmıştı: “Neyin var senin, Vanek? Aklını mı yitirdin?” Biraz düşündükten sonra şöyle dedi: “Madem gitmek istiyorsun, git bakalım. Tanrı seninle olsun! Yalnız bu durumda evi kardeşin miras alacak. Bilmiş ol.”

      Vanek yeni hevesi yüzünden köy evini kaybetmişti ama umurunda değildi. Hemen yola çıkıp Kral’ın bahçıvanına gitti ve onun çırağı oldu. Bahçıvan’ın öğrettiklerinin kat kat fazlasını öğrenip iyice ustalaştı. Hatta öğretmenini geçti. Kısa süre sonra neyi nasıl yapacağı konusunda bahçıvanın talimatlarına uymaz oldu. Her şeyi kendi bildiği gibi yapmaya başladı. İlk başta bahçıvan bu duruma çok kızmıştı ama delikanlının çok iyi iş çıkardığını ve bahçenin eskisinden güzel olduğunu görünce kızgınlığı yerini memnuniyete bıraktı.

      “Sen benden çok daha akıllısın," dedi. Böylece bahçıvan, Vanek’in bahçeyi istediği gibi düzenlemesine izin verdi. Çok geçmeden Vanek bahçeyi öyle muhteşem bir görüntüye kavuşturmuştu ki Kral, bu manzaranın tadını çıkarmak için sık sık Kraliçe ve tek kızlarıyla birlikte bahçede gezintiye çıkıyordu.

      Prenses çok güzel bir kızdı lakin on iki yaşından beri konuşmuyordu. Kimse ağzından tek bir kelime çıktığını işitmemişti.

      Kral bu duruma çok üzülüyordu. Her kim bu derde bir çare bulursa, kızını onunla evlendirecekti. Nice genç krallar, prensler ve daha birçok yönetici saraya gelmiş ama hepsi eli boş dönmüştü. Hiçbiri genç kızı konuşturmayı başaramamıştı. “Ben neden şansımı denemeyeyim?” diye düşündü Vanek. “Kim bilir, belki benimle konuşur.”

      Hemen gönüllü olduğunu saraya bildirdi. Kral ve danışmanları Vanek’i Prenses’in bulunduğu odaya götürdü. Kralın kızının küçük bir köpeği vardı, bu akıllı hayvanı pek seviyordu zira kız ne istese hemen anlıyordu.

      Vanek, Kral ve danışmanlarıyla birlikte odaya girdiğinde sanki Prenses’i görmemiş gibi köpeğe seslendi: “Köpekçik, duydum ki sen pek akıllı bir hayvanmışsın. Bu yüzden sana danışmaya geldim. Biz üç gezgin arkadaşız. Biri heykeltıraş biri terzi iki arkadaşım da benimle beraber. Bir keresinde bir ormandan geçiyorduk ve geceyi orada geçirmek zorunda kaldık. Kurtlardan korunmak için ateş yaktık ve sırayla nöbet tutmaya karar verdik. İlk önce heykeltıraş nöbet tuttu. Zaman geçsin diye bir ağaç kütüğünü oyup güzel bir kız yaptı. Sonra terziyi kaldırıp nöbet sırasının onda olduğunu söyledi. Terzi, tahtadan kızı görünce şaşırdı. 'Canım çok sıkılmıştı,' dedi heykeltıraş, 'yapacak bir şey bulmam gerekiyordu. Ben de ağaç kütüğünden bir kız yaptım. Dilersen zaman kolay geçsin diye ona elbise yapabilirsin.'

      Terzi hemen makas, iğne ve iplik çıkardı. Kumaşları kesip elbise dikmeye koyuldu. Yaptığı giysileri kıza giydirdi. Ardından nöbet sırasının bana geldiğini haber verdi. Bu kızın nereden çıktığını ben de merak etmiştim. 'Görüyorsun ya,' dedi terzi. 'Heykeltıraş zaman geçsin diye ağaç kütüğünden bir kız yapmış. Ben de aynı nedenle ona güzel elbiseler diktim. Eğer canın sıkılırsa kıza konuşmayı öğretebilirsin.'

      Sabah güneş doğarken kıza konuşmayı öğretmiştim. Fakat arkadaşlarım uyandıklarında, kızı kendilerinin hak ettiğini söylediler. Heykeltraş, 'Ben yaptım onu, bu kız benimdir' dedi. Terzi itiraz etti: 'Ben de giydirdim.'

      “Elbette,