Джек Лондон

Büyük Evin Küçük Hanımefendisi


Скачать книгу

kendini savun bakalım ne diyeceksin?” Dick yanlarına katıldığında Ernestine ona meydan okurcasına bakmıştı.

      “Hiçbir şey.” diye üzgünce cevap verdi. “Çiftliğimi tükettiler. Üç yüz adet çok güzel, genç boğalarımdan yarın Güney Amerika’ya gitmek üzere yola çıkacaklar ve Thayer -onunla dün akşam tanışmıştınız- koçlarımdan yirmi vagon dolusunu götürecek. Tek söyleyebileceğim benim kutlamalarım Idaho ve Şili’yi de kapsamı içine alıyor.”

      “Daha çok palamut ekersin.” diyerek kahkaha attı Paula, kız kardeşlerine kollarını dolamış, hepsi de kaçınılmaz maskaralığın beklentisiyle bakıyorlardı.

      “Ah, Dick, meşe palamudu şarkısını söylesene!” diye yalvardı Lute.

      Dick tüm ciddiyetiyle kafasını salladı.

      “Daha iyisini söyleyeceğim. İnanç doğruluğunun en saf, temiz hâli. Red Cloud ve meşe palamudu şarkısını idama götürecek nitelikte. Dinleyin! Bu Doğu yakasında yaşayan küçük bir kızın Pazar Okulunun yardımlarıyla taşraya yaptığı ilk gezisiyle ilgili. Oldukça genç bir kız. Özellikle peltek konuşmasına dikkat edin.

      Ve sonra da Dick şarkısına peltek, peltek konuşarak başladı:

      Japon balıkları çanakta yüzüyor,

      Ağaçların üzerinde bir ardıç kuşu var;

      Onların ağaçta bu kadar rahat oturmalarını sağlayan nedir?

      Göğüslerine bu tüyleri kim yapıştırdı?

      Tanrı’m! Tanrı’m! O yaptı!

      “Kopya çekmişsin.” dedi Ernestine kahkahalar yavaş yavaş kesildiğinde.

      “Öyle oldu.” diye hem fikir oldu Dick. “Rancher ve Stockman’den12 çaldım, o da Swine Breeders Journal’’dan13 büyük ihtimalle o da Western Advocate’den14 o da Public Opinion’dan15 çalmıştır. Onlar da şüphesiz şarkıdaki küçük kızın ta kendisinden ya da belki Pazar Okulundaki öğretmeninden öğrenmişlerdir. Aslında bu meselenin ‘Our Dumb Animals’ta16 ilk olarak basıldığına inanıyorum.”

      Bronz gonk ikinci kez çaldığında Paula bir kolunu Dick’e, diğerini de Rita’ya dolayarak evin içine yöneldi. Arkada kalanlara gelince, Bert Wainwrite, Lute ve Ernestine’e yeni bir tango adımını göstermekle meşguldü.

      Bir şey daha var Thayer.” dedi Dick, ona bir kenarda, kızlardan ayrılmıştı Dick, onlar da itiş kakış içinde merdivenlerin başında karşılaştıkları Thayer ve Naismith ile yemek odasına doğru yola koyuldular. “Bizden ayrılmadan önce merinoslara göz atmanızı çok isterim. Onlar gerçekten benim gurur kaynağım. Amerikalı çiftçiler mutlaka gelip onlara bakmalı. Tabii ben ithal üretime başladım ama Kaliforniya damızlıklarından öyle bir seçim yaptım ki Fransız üreticileri bile bana şapka çıkarır. Gidip Wardman ile görüşebilir, seçiminizi yapabilirsiniz. Naismith de sizinle birlikte onları inceleyebilir. Hazır trenleriniz buradayken arasına yarım düzine katın, tamamen benim hediyem olsun ve tek istediğim Idaholu üreticilerin onlara göz atıp gerekli bilgiye sahip olmalarını sağlamanız.”

      Hepsi istenildiği kadar uzatılabilen masaya oturdular. Uzun, alçak tavanlı yemek odası, eski Kaliforniya’nın Meksikalı arazi krallarının büyük çiftliklerindeki yemek odalarının kopyasıydı. Zeminde büyük kahverengi döşemeler vardı, kirişli tavan ile duvarlar kireç badanalıydı ve devasa, süssüz, beton şömine ise irilik ve sadelik bakımından büyük bir başarıydı. Derin pencere boşluklarından yeşillikler ve çiçekler âdeta selamlıyordu içerisini ve oda temizlik, saflık ve sakinlik kavramlarını çok güzel ifade ediyordu. Duvarlarda çok fazla olmasa da birkaç kanvas asılıydı. İçlerindeki en iddialısı odanın başköşesine asılmıştı. Xavier Martinez’in hüzünlü gri renklerle donattığı alaca karanlıkta bir Meksika manzarasının tablosuydu bu. Kasvetli, engin bir Meksika arazisinde bir köle ön planda, elinde eğri büğrü bir kürek ile iki öküzle gamlı gamlı saban sürüyordu. Eski Meksika-Kaliforniya hayatından daha neşeli tablolar da vardı tabii. Reimers tarafından pastellerle yapılmış alaca karanlıkta bir okaliptus ağacı ve arkasındaki dağın tepelerinde güneşin batışı resmedilmişti. Peters’in bir ay ışığı tablosu vardı. Ve Griffin’in Kaliforniya yazlarında bir tepenin ışıltısı ve sarımsı kahverengi sis kaplı ormanlıklar arasında için için yanan kanyonları yansıtan anız merasında bir tablosu mevcuttu.

      “Bakar mısınız?” diye alçak sesle mırıldandı Thayer Maismith’e. O sırada Dick ve kızlar çığlık çığlığaydılar, şakalaşıyorlardı. “Eğer Büyük Ev hakkında bir şey yazacaksanız makaleniz için bazı bilgiler vereyim. Ben hizmetkârların yemek odasını görmüş biriyim. Her öğünde kırk kişi o yemek masasında oturuyor. Buna bahçıvanlar, şoförler ve dışarıdan gelen yardımcılar da dâhil. Kendi içinde bir misafirhane gibi. Tecrübelerime dayanarak söylüyorum, bunu yapan müthiş bir zekâ ve müthiş bir sistem kurmuş. O Çinli çocuk mesela. Adı Oh Joy. O tam bir sihirbaz. Ona evin idarecisi diyebilirsiniz ya da ne isterseniz onu diyebilirsiniz ama hepsini birden idare ediyor ve her şey saat gibi işliyor, hiç duraksamadan.”

      “Esas sihirbaz Forrest.” Naismith kafasını sallayarak onayladı. “Akıllı insanları seçen akıllı adam o. Bir orduyu, bir kampanyayı, hükûmeti hatta Dingo’nun ahırını bile yönetecek kapasitesi var.”

      “Son örnek pek övgü doluydu.” Thayer içtenlikle onunla hemfikir olduğunu paylaştı.

      “Ah, Paula!” Dick karşısında oturan eşine seslendi. “Yarın sabah Graham’ın geleceğini haber aldım biraz önce. Oh Joy’a söyleyelim de onu saat kulesine yerleştirsin. Oldukça büyük bir konut. Belki tehdidini yerine getirir de kitabı üzerine çalışmalarını yoğunlaştırır.”

      “Graham mı? Graham?” Paula hafızasını yoklayarak sesli düşündü. “Ben onu tanıyor muyum?”

      “İki yıl önce tanışmıştınız, Santiago’da, Venüs Kafe’de. Bizimle akşam yemeği yemişti.”

      “Ah, denizcilerden biri mi?”

      Dick kafasını salladı.

      “Hayır, sivil. O iri yarı, sarışın çocuğu hatırlamıyor musun? Siz ikiniz yarım saat boyunca müzikten söz ederken Kaptan Joyce Amerika Birleşik Devletleri’nin Meksika’yı bütün saldırı tehditlerinden temizlemesi gerektiğini söyleyerek kafamızı şişirmişti.”

      “Ah, pek emin olamadım.” Paula hayal meyal hatırlar gibi oldu. “Siz daha önce bir yerde karşılaşmıştınız. Güney Afrika mıydı? Yoksa Filipinler miydi?”

      “Evet, o. Güney Afrika’ydı. Adı Evan Graham. Daha sonra Sarı Deniz’de ‘Times’ kurye botunda buluşmuştuk. Ondan sonra yollarımız en az bir düzine daha kesişmişti ama hiç karşılaşamamıştık ta ki Venüs Kafe’de birbirimizi gördüğümüz o geceye kadar.”

      “Tanrı’m Doğu’ya gitmek üzere o Bora Bora’dan ayrıldığında ben de Batı’ya Samoa’ya gitmeden önce orada demir atmıştım. Hem de iki gün arayla. O gelmeden bir gün önce ben Apia’dan ayrılmıştım. Hatta elimde Amerikan Konsolosluğundan ona gönderilmiş mektuplar vardı. Levuka’da birbirimizi üç gün arayla kaçırmıştık. O zamanlar Wild Duck ile denizlere açılmıştım. Bir İngiliz teknesinde misafir olarak Suva’dan ayrılmıştı. Pasifik’in Güney Denizlerinin İngiliz Üst Düzey Temsilcisi olan Sör Everard Im Thurm, ona iletilmek üzere