yola gözlerini dikip bakarlarken birdenbire Mountain Lad’in heybetli ve güçlü görüntüsü belirdi. Şaşılacak biçimde ufak, tatarcık görünümlü bir adam vardı atın sırtında. Kısrakların göz çevresindeki o mavi parıltıyla vahşi ve arzu dolu bakıyordu. Ağzı köpük püskürtmekten benek benek olmuştu. Âdeta öfkesiyle keyiflenmişti. Parlak tüylü kuyruğunu dizlerine aceleyle, sabırsızlıkla hareket ettiriyordu. Kafasını göğe doğru kaldırdı, havada asılı kalan o güçlü ve etkileyici sesiyle aşk çağrısını yineledi.
Neredeyse aynı anda, uzaklardan ona cevap verircesine ince, tatlı bir kişneme sesi duyuldu.
“Forherington Prensesi!” dedi Paulo hafifçe nefes alarak.
Mountain Lad çağrısını tekrar ilan etti ve Dick şöyle dedi:
“Duyun beni, ben Eros’um! Ben tepelerde gezinirim!”
Ve neredeyse bir anlık da olsa kocasının kolları arasında Paula kocasının o muhteşem hayvana olan hayranlığına içerledi. Doğruya doğru, kocasının bu huyunu kabullendiği için, hissettiği içerleme hemen yok oldu ve neşeyle bağırdı.
“Evet artık Red Cloud! Meşe Palamudunun Şarkısı’nı istiyorum!” Dick parmağını arasına koyduğu kitaptan başını hafifçe kaldırarak ona boş boş baktı ve sonra aynı neşeli ses tonuyla şarkısını söylemeye başladı:
“Meşe palamutları cennetten geliyor!
Kısa palamutları vadiye ekiyorum!
Uzun palamutları vadiye ekiyorum!
Filizleniyorum, ben, kara meşe palamudu, filizleniyorum, ben filizleniyorum.”
Şarkı söylediği sırada Paula kocasına iyice sokulmuştu ama birkaç dakika geçtikten sonra domuzlarla ilgili kitapçığın arasına parmağını koyan elin huzursuz hareketlerini hissetmeye başlamıştı. Zamanın 11.25 olduğunu gösteren saate hızla ama isteksizce göz attığını da yakaladı. Kocasına yeniden sarılmaya çalıştı ama artık ikisi de isteksizdi. Yaptıkları boşunaydı. Bu da kocasına karşı biraz alıngan olmasına neden oldu.
“Sen tuhaf ama muhteşem bir Red Cloud’sun.” diye yavaşça söze başladı Paula. “Bazen sapına kadar senin Red Cloud olduğuna inanıyorum, meşe palamutlarını ekerken ve bu ekim sırasındaki acımasız neşeni şarkına yansıtırken. Ve bazen de sen bana göre ultra modern bir adam oluveriyorsun. İki bacaklı erkek türünün son örneğisin. İstatistiklerin kuşatması altındayken Truva maceraları arayan ve ellerin deney tüpleri ve şırıngalarla doluyken değişik mikroorganizmalarla âdeta gladyatör dövüşü yapan bir kişi oluveriyorsun. Zaman zaman senin gözlük takman gerektiğini düşünüyorum. Zaman zaman öyle görünüyor ki…”
“Ufak tefek bir kadına hükmedecek enerjimin olmadığını söylüyorsun.” diye tamamlayıverdi onun için. Paula’yı biraz daha kendine çekti. “Ben gülünç, bilimle ilgilenen bir canavarım. Ve gururlu, tatlı, gül renkli çiçek tozunu hak etmiyorum. Bak, dinle beni. Bir planım var. Birkaç gün içinde…”
Ama planı ortaya çıkmadan bitmişti. Tedbirli davranarak arkalarından uyarı niteliğinde saygılı bir öksürük sesi geldi. İkisi de aynı anda kafalarını çevirdiklerinde yardımcı sekreter Bonbright’ı karşılarında gördüler. Elinde sarı kâğıt demeti vardı.
“Dört telgraf geldi de.” diye mırıldandı özür dilercesine. “Bay Blake ikisinin çok önemli olduğunu söylüyor. Bir tanesi Şili’den gönderilmiş boğalarla ilgili.”
Paula yavaşça kocasından uzaklaştı, ayağa kalktı. Masasındaki istatistikler ile hayvanları yükleme masraflarının faturalarına ve ayrıca sekreterlerine, ustabaşılarına ve yöneticilerine yoğunlaşmıştı artık kendisinden uzaklaştığını hissedebiliyordu Paula.
“Ah, Paula.” Sessizce kapıdan çıkarken Dick arkasından bağırmıştı. “O son alınan çocuğu vaftiz ettim ona artık Oh Ho diyeceğiz. Ne dersin beğendin mi?”
Yanıtı üzgünlüğünü ifade ediyordu ama bu üzgünlüğü gülümsemesiyle kayboldu. Dick’i uyardı:
“Uşakların isimleriyle taş kaydırma oyununu oynuyorsun.”
“Safkanlarla asla böyle bir şey yapmam.” diye inandırdı onu ciddiyetle. Ama gözlerindeki meydan okuyan parıltısını gizleyemedi.
“Onu demek istemedim.” diye sitem etti Paula. “Dildeki olasılıkları tükettiğini söylemek istedim. Çok geçmeden onlara Oh Bell, Oh Hell9, ya da Oh Go To Hell demek zorunda kalacaksın. Kullandığın ‘Oh’ların hepsi yanlış. Red10 ile başlamalıydın. O zaman ‘Red Bull, Red Horse, Red Dog, Red Frog, Red Fern11’ diyebilirdin ve geri kalan bütün Red’leri kullanabilirdin.”
Paula odayı terk ederken ikisinin kahkahaları birbirine karışmıştı ve hemen ardından işine dalan Dick, önündeki telgrafa bakıyor, yükleme detaylarını inceliyordu. Her birinin fiyatı iki yüz elli dolardan Şili’deki sığır meralarına üç yüz adet kayıtlı ve bir yaşında boğalar gönderecekti. İşleriyle uğraşırken bile evin uzun kanadındaki verandasına giderken Paula’nın belli belirsiz ama biraz sevinçle şarkı söylediğini duydu. Ne var ki onun sesindeki az ama çok az olan durgunluğu fark edememişti.
8. BÖLÜM
Paula onun yanından ayrıldıktan beş dakika sonra saniyesi saniyesine dakik davranarak dört telgrafın da icabına bakılmış şekilde Dick, Idaholu alıcı Thayer ve Breeders Gazetesi’nin özel muhabiri Naismith ile çiftliğin motorlu taşıtına biniyordu. Davarlardan sorumlu yönetici Wardman ağılda onlara katıldı. Birkaç bin genç Shropshire koçunu toplamış ve kontrol edilmeleri için sürüyü orada bekletiyorlardı.
Çok az konuşma oldu. Bu nedenle Thayer açıkça hayal kırıklığına uğramıştı, ne de olsa on vagon dolusu böyle pahalı hayvan satın almak yeterince ciddi bir işti ve sohbeti hak ediyorlardı doğrusu.
“Lafa gerek yok.” diye ikna etti adamı. Sonra da Naismith’e dönerek Kaliforniya ve kuzeydoğudaki Shropshire koçları hakkında yakında gazetesine yazacağı makale için bazı veriler vermeye başladı.
Dick on dakikanın sonunda Thayer’a “Aralarından seçmek için endişe duymamanızı tavsiye ederim.” dedi. “Hepsi birinci kalitedir. On vagonu doldurmak için bir haftanızı seçerek geçirebilirsiniz ama size ilk elden vereceğimizden daha kaliteli olmayacaklardır.”
Satış çoktan tamamlanmış gibi serinkanlı tavırlar sergileyen Dick’in karşısında Thayer’ın aklı karışmıştı. Aslında hiç bu kadar yüksek kaliteli koçu daha önce görmemişti ve siparişini yirmi vagon olarak değiştirmeyi bile düşündü.
Büyük Ev’e tekrar döndüklerinde yarıda kalan oyunlarını tamamlamak için istekalarına tebeşir sürerken Thayer Naismith’e konuyu açtı.
“Bu benim Forrestlere ilk ziyaretim. O bir deha. Ben Doğu’dan satın alıyordum ve ithal ediyordum. Ama o Shropshire koçları benim karar vermemi sağladı. Fark ettiyseniz siparişimi ikiye katladım. Idoholu alıcılar onları görünce çıldıracaklar. Sadece altı vagon dolusu almak için emir almıştım ve beklenmedik bir olay karşısında iki vagon daha alabilecektim. Ama o koçları gören her alıcı siparişini ikiye katlamazsa ve geride kalanlar için izdiham yaşanmazsa ben de koyun ticaretinden bir şey anlamıyorum demektir. Onlar gerçekten en iyisi. Idaho’nun bu koyunlarını kapmak için hevesle üzerlerine atlamazlarsa… Eh, işte o zaman ne Forest iyi bir üretici ne de ben alıcıyım. O kadar.”
Öğle yemeğinin hazır olduğunu bildiren gonk çaldı. Kore’den gelmiş devasa bronz bir