olay, Pavka’nın işine beklenmedik bir anda son verecekti. O gün don vardı. Pavka, nöbeti devralacak oğlan zahmet edip gelmediği için eve dönemedi. Yirmi dört saatlik yoğun çalışmadan sonra bitkin bir hâldeydi.
Geceleyin işlerin hafiflemesinden faydalanıp, sürekli olarak ısıtmakla görevli bulunduğu kabı doldurmak istedi ama tulumba işlemiyordu ve Pavka musluğu kapatmayı unuttu, sonra da yorgunluğa dayanamayıp odun yığınlarının üzerine uzandı. Uzanmasıyla uyuyakalması bir oldu.
Birkaç dakika geçmeden musluk, suyun geldiğini müjdeliyordu. Su geldi gerçekten, bir güzel doldurdu kazanı, sonra taştı, o saatte her zamanki gibi ıssızlaşan ofisin zeminini kapladı, haince kapıdan sızıp bekleme salonuna yöneldi ve uyuyan yolcuların bavullarına doğru hücuma geçti. Hiç kimse bir şey fark etmeyecekti belki de… Ne var ki yolculardan birisi oturacak yer bulamamış ve zemine uzanmıştı. Uyanıp da bu umulmadık banyonun ortasında bulunca kendini, tabii yaygarayı bastı. İnsanlar bagajlarına sarılırken su da ortalığı kaplayan çığlıklara hiç mi hiç kulak asmadan istilasına devam ediyordu.
Hizmet etmekte olduğu yan salondan gürültüye koşan Prokoşka, gittikçe genişleyen su birikintilerinin üzerinden atlayarak, ne olduğunu anlamak için ofisin kapısını ardına kadar açtı ve açmasıyla birlikte, önündeki tek engeli de kalkan su, bir şelale gibi gürleyip bütün salonu bastı.
Personel imdada koşmuştu ama çığlıklar da gittikçe yükseliyordu. Prokoşka, bütün bu olup bitenden habersiz, derin derin uyuyan Pavka’nın üstüne çökmüştü bir anda. Bir yumruk yağmuru indi oğlanın kafasına. Uyku sersemliğinden bir türlü kurtulup da her yerinin niçin bu kadar ağrıdığını anlayamamıştı Pavka. Göz kapaklarının içinden kıvılcımlar fırlıyor, bütün vücuduna çiviler saplanıyor gibiydi.
Sendeleyerek, eve kadar âdeta süründü. Ertesi sabah Artem; kaşları çatık, yüzü gergin, bakışları katı bir şekilde Pavka’yı dinliyordu. Kardeşi olayı anlatıp bitirince, “Peki kim soktu seni bu hâle?” diye sordu.
“Prokoşka diye şaşı bir garson var, işte o…”
“Anladım. Sen yatmana bak.”
Deri ceketini giyip fazladan tek kelime söylemeksizin evden çıktı Artem.
“Şef garsonlardan Prokor’u görmek mümkün mü?” diye sordu dev yapılı işçi Glaşa’ya.
“Tabii mümkün. Biraz bekleyin, neredeyse gelir.” dedi adam, kapının kanadına yaslanarak.
“Tamam.” dedi, “Gerektiği kadar bekleyeceğim.”
“Bakın geldi bile, işte şu giren… Elinde tepsilerle…”
Artem’in kocaman eli, Prokor’un omzuna bir pençe gibi indi. Soru kısa ve kesindi: “Kardeşimi niye dövdün Prokor?”
Prokor kurtulmak için boşuna çırpındı. Müthiş bir yumrukla yere serilmişti bile. Kalkıp toparlanmak istedi, birincisinden daha müthiş bir ikinci darbeyle çivilendi yere. Bulaşıkçı kadınlar dehşet içinde çekilip açıldılar ve Artem çıkıp gitti. Prokor inleyerek kıvranmaktaydı.
Her akşamki gibi o akşam da evde Artem’i beklediler ama o gelmedi. Çılgına dönen anne, çok geçmeden öğrenecekti oğlunun tevkif edilmiş olduğunu. Ancak altı gün sonra serbest bıraktılar. Gecenin geç saatleriydi. Çoktan uyumuştu annesi. Gürültü etmeksizin Pavka’nın yatağına yaklaştı Artem. Oğlan uyumuyordu. Garip bir tatlılık vardı sesinde, alışılmadık bir şefkatle sordu:
“İyisin ya yumurcak? Artık unut bunu, aldırma. Hayatta daha büyük felaketler de vardır… Niçevo… Bundan sonra elektrik santralinde çalışacaksın. Ben konuştum bile. Bir meslek sahibi olursun böylece.”
İki elini uzattı Pavka ve ağabeyinin kocaman pençesini kuvvetle kavrayıp sıktı.
2
Küçük şehri allak bullak etti aniden gelen haber. Çar devrilmişti. Hiç kimse inanmak istemiyordu buna, inanılacak gibi de değildi.
Sonunda, sisin içinden çıkıp gelen bir trenden iki öğrenci indi gara, üniversite üniformaları ve omuzdan geçme tüfekleriyle… Onlarla birlikte kızıl kolçaklı bir devrimci asker müfrezesi de inmişti. Jandarmaları, ihtiyar albayı, garnizon kumandanını hapsettiler. Ve şehir inandı… Karlı sokaklardan, uzun siyah şeritler hâlinde yüzlerce insan yürüdü büyük meydana. Doymak nedir bilmeyen bir merakla dinlediler büyülü sözleri: hürriyet, eşitlik, kardeşlik.
Heyecanlı ve sevinçli günler gelip geçti, gürültülü günler… Sonra gene sükûnet çöktü ortalığa. Menşeviklerle Bund6 üyelerinin yeni efendiler olarak yerleştiği belediye binasının üzerinde dalgalanan kızıl bayraktan başka bir şey kalmadı düzenin değiştiğini bildiren.
1917 yılı da geçti. Hiçbir şey değişmedi Pavka için. Klimka ile Serejka Bruzjak için de öyle. Patronlar gene aynı patronlardı, hayat gene aynı hayat… Bir atlı muhafızlar alayı gelip işgal etmişti şehri. Süvari bölükleri her sabah gara giriyor ve güneybatı cephesinden kaçanları tevkif ediyorlardı. Olgun yüzlü, uzun boylu, sağlam yapılı, aslan gibi delikanlılardı bu muhafızlar. Çoğu kont ya da prens olan subayların omuzlarında altın apoletler, alabildiğine süslü ceketlerinde gümüş kordonlar vardı ve her şey eskisi gibiydi. Sanki bir rüya gibiydi devrim.
Kasım yağmurlarıyla birlikte yadırgatıcı bir değişiklik de yaşandı. Uğuldayan bir kalabalık taştı gardan. Yepyeni insanlardı bunlar, cephe insanları… İsimleri Bolşevik’ti. Bu sağlam, güven verici ismi nereden aldıklarını hiç kimse bilmiyordu.
Muhafızların işi gittikçe biraz daha güçleşiyor, gittikçe biraz daha sıklaşan yaylım ateşleriyle parçalanıp dağılıyordu garın camları. Kaçaklar siperleri büyük topluluklar hâlinde terk ediyorlardı. Engel olmaya kalkıldığı vakit de süngüye sarılıyorlardı canlarını korumak için.
Aralık ayı girer girmez alaylar hâlinde bir akın başladı. Muhafızlar garı işgal etti bunun üzerine. Bu önünde durulmaz kalabalığı, baraj kurup durdurabileceklerini sanıyorlardı. Mitralyöz ateşiyle karşılandı gelenler, ama boşuna, ölüme alışmışlardı ve muhafızlar yenildi. Frontovikler7 şehre kadar sürdü onları, sonra da gara dönüp ileri doğru yürüyüşlerine devam ettiler.
1918 ilkbaharı… Serejkalarda kâğıt oyunu oynayıp vakit geçirdikten sonra sokağa çıkan üç arkadaş o gün Korçagin’in bahçesine uğramak üzere her günkü yollarını değiştirmişlerdi. Otların üzerine uzandılar. Canları sıkılıyordu. Günlerini en iyi şekilde nasıl geçirebileceklerini düşünürken, yolun ilerisinden nal sesleri işitildi ve bir atlı gözüktü çok geçmeden. Şoseyi çitten ayıran hendeği bir sıçrayışta aşarak, nagaykasıyla8 Pavka ve Klimka’ya işaret etti: “Çabuk buraya gelin çocuklar! Çabuk!”
Çite koştular. Uzun bir yolculuğun tozuna gömülmüştü süvari. Arkaya itili kasketini kaim bir tabaka hâlinde kaplayan tozlar, asker elbiselerinin kıvrımlarına da sızmıştı. Sağlam bel kayışında kocaman bir tabanca gözüküyor ve iki el bombası sarkıyordu.
“Aslanlarım, su getirin bana!”
Pavka dörtnala koşarken süvari de kendisini korkusuzca inceleyen Serejka’ya sordu: “Söyle bakalım delikanlı, kimin elinde şehriniz?”
Haber vermeye bayılan Serejka soluk soluğa anlatmaya koyuldu: “Hiç kimsenin. Aşağı yukarı on beş gündür iktidarımız yok. Kendi iktidarımızı kurduk, kendi kendimizi savunuyoruz. Geceleri,