kızıl birliğin ayrılışından üç gün sonra girdi kasabaya. Önce bir lokomotif düdüğü işitildi, sonra da haber fırtına gibi sardı ortalığı bir anda: “Almanlar geldi!”
Çiğnenmiş bir karınca yuvası gibi kaynaşıyordu Şepetovko. Almanların er geç geleceğini herkes biliyor ve bekliyordu ama gene de inanılmaz bir olaydı bu. İşte şimdi Almanlar korku verici birer masal insanı olmaktan çıkıp vücut bulmuşlardı. Artık oralarda bir yerlerde değil, burada, karşılarındaydılar.
Kasaba sakinleri sokağa çıkmayı göze alamayarak, yol boyunca çitlerin arkasına sıralanıp çivilenmiş bir şekilde seyretmekteydiler.
Birbirinin ardı sıra ve teker teker ilerliyordu Almanlar. Yolun ortasını boş bırakıp duvarların kenarından yürüyorlardı. Koyu yeşil üniforma vardı üzerlerinde. Tüfeklerini ellerinde tutuyorlardı ve parmakları tetikteydi hep. Geniş süngüler sarkıyordu tüfeklerinden. Başlarındaki çelik miğferlerin ve omuzlarına asılı kocaman sefer çantalarının ağırlığı altında neredeyse iki büklüm olmuşlardı ve ardı arkası kesilmez bir şerit hâlinde gardan kasabaya doğru ilerlemekteydiler. En küçük bir direnci derhâl boğmaya hazır oluşlarından belliydi ürktükleri. Oysa hiç kimse direnecek durumda değildi.
Mavzerlerle donanmış iki subay yürüyordu en önde. Yolun ortasından da başında papaka10 dediğimiz mavi bir Ukrayna jupan’ı taşıyan starşina11 yani tercüman ilerliyordu.
Askerler şehrin meydanına dört köşe bir topluluk hâlinde yığıldılar. Trampet sesleri kapladı ortalığı ve biraz güvene kavuşmuş olan kasabalılar yavaş yavaş meydana toplandı. Eczanenin peronuna çıkan ataman12 yüksek sesle ve tane tane, Binbaşı Korf’un emirnamesini okudu. Emirname şöyleydi:
1. Bu şehrin bütün sakinlerine, elleri altında bulunan bütün silahları, en geç yirmi dört saatlik bir mühlet zarfında teslim etmelerini emrediyorum. Emre uymayanlar ölüm cezasına çarptırılacaktır.
2. Şehirde sıkıyönetim ilan edilmiştir. Akşam sekizden sonra sokağa çıkmak kesinlikle yasaktır.
Alman kurmayı, kendilerine barınak olarak, ihtilalden beri İşçi Delegeleri Komitesi tarafından işgal edilen belediye binasını seçmişti. Girişindeki nöbetçinin başında çelik miğfer yerine, imparatorluk kartalıyla süslü bir tören şapkası vardı. Hemen yanındaki avluya, kasaba sakinleri tarafından getirilen silahları yerleştirmek üzere bir depo hazırlanmıştı. Ölüm cezasını işitince ödü kopan ahali, elindeki bütün silahları teslim ediyordu.
Depoya gidip de kendilerini göstermekten ürken bazı kasabalılar, gecenin karanlığından faydalanıp, evlerinde silah namına ne varsa sokaklara boşaltmışlardı. Bunlar, sabahleyin kol gezen Alman askerleri tarafından bir bir kaldırılıp toplandı. Öğle vakti ganimetlerinin sayımına girişen Prusyalılar, on dört bin tüfek teslim edilmiş olduğunu gördüler. Verilmeyen altı bin tüfek kalmıştı. Almanlar vakit kaybetmeden toplu hâlde aramaya giriştiler. Ama bu aramadan çıkan sonuç pek de parlak olmadı.
Ertesi sabah şafak sökerken şehir dışındaki eski Yahudi mezarlığının kıyısında iki demir yolu işçisi kurşuna dizildi. Akşamki arama sırasında, evlerinde silah bulunmuştu…
Haberi alır almaz eve koştu Artem. Bahçede karşılaştığı Pavka’yı omuzlarından yakalayarak ısrarlı bir şekilde sordu: “Kızılların dağıtmış olduğu silahlardan getirmiş miydin eve?”
Elinden silahını kaptığı o küçük çocukla aralarında geçenleri söylemek istemedi Pavka, ama ağabeyine yalan söylemek hoşuna gitmedi ve itiraf etti.
Hemen hangara yöneldiler. Kirişlerin altında gizli tüfeği çıkardı Artem, namlu dibi ile süngüyü alıp tüfeğin dipçiğini bir vuruşta parçaladıktan sonra kalıntıları ilerideki boş bir tarlaya fırlattı. Süngüyle namlu dibini de avludaki helanın kuburuna attı.
“Artık küçük bir çocuk değilsin Pavka, silah saklamanın şakaya gelmediğini anlaman gerek. Son derece ciddi olarak söylüyorum, hiçbir şey getirmeyeceksin eve. Canıma susamadım ben ve beni inandırabileceğini de aklından çıkar. Unutma ki eğer bizim evde bir şey bulacak olurlarsa seni değil, beni kurşuna dizerler!”
Pavka söz verdi. Tam avludan geçip de sokağa çıkmak üzereydi ki Lehtinskilerin konağının önünde körüklü bir arabanın durduğunu gördü. Avukatla karısı indiler arabadan, onları da çocukları Neli ile Viktor izledi.
“Küçük kuşlar yuvaya dönüyor işte!” diye mırıldandı Artem hınçla, “Yahudi bayramı başlıyor demek!”
Pavka farkına varmadan, dev yapılı montörle aralarında sıkı bir dostluk kurulmuştu. Aşağı yukarı bir aydan beri elektrik santralinde birlikte çalışmaktaydılar. Çukray, ona ateşçi yardımcısının neler yapması gerektiğini gösteriyordu, onu yetiştiriyordu sözün kısası. Becerikliliği sayesinde denizcinin sonsuz sempatisini kazanmıştı Pavka.
Çukray gittikçe daha sık gelmeye başlamıştı Artemlere. Tatil günlerinin hemen hemen tümünü onların evinde geçiriyordu. Bu rahat ve aklıselim denizci, kendisine hayat ve sefalet hakkında anlatılan bütün hikâyeleri sabırla dinliyor, Pavka’nın afacanlıklarından korkuya kapılan annesinin bitip tükenmek bilmez yakınmalarına karşı da daima yatıştırıcı bir tavır takınıyordu. Cesaret veriyordu Marya’ya.
Günlerden bir gün, fabrikanın avlusundaki odun yığınlarının ortasında durdurdu Pavka’yı Çukray ve gülümseyerek, “Biliyor musun…” dedi, “Annen en çok senin kavgacılığından şikâyetçi. ‘Horoz gibi dövüşken!’ diyor senin için.”
Bir an durduktan sonra, yine gülerek devam etti: “Kavga kötü bir şey sayılmaz yavrum. Hatta zaman zaman dövüşmek insana faydalıdır da. Yalnız, kime karşı ve niçin dövüştüğünü bilmek şartıyla…”
Adamın kendisiyle alay mı ettiğini, yoksa ciddi mi konuştuğunu kavrayamamış olan Pavka homurdandı: “Kavgacı olduğum doğru. Ama ben hiçbir zaman gelişigüzel dövüşmem, namusumla dövüşürüm hep.”
“İster misin sana kaidesiyle dövüşmeyi öğreteyim?”
Bu damdan düşer gibi gelen soru karşısında afallayan Pavka, denizciye şaşkın şaşkın baktı. “Kaidesiyle mi? Nasıl?”
“Şimdi görürsün.”
Pavka hayatında ilk defa İngiliz boksu dersi aldı. Gerçi bunu öğrenmek pahalıya mal oldu ona ama kısa zamanda da hayranlık verici bir ustalığa erişecekti bu konuda Çukray’ın ağır yumruğunu yiyip yerlerde yuvarlanmaya aldırış etmeyerek sabırlı ve dikkatli bir çalışmaya girmişti.
Sıcak bir yaz günüydü. Klimkalardan henüz gelmiş olan Pav-ka, evin içinde gayesizce dolanıp duruyordu. Çok geçmeden de sevgili sığınağına yöneldi. Komşu bahçenin bir köşesinde, kiraz ağaçlarının arasında unutulup kalmış bir kulübe yıkıntısının damıydı bu. Dalların içinden bir sincap gibi kayarak dama tırmandı ve boylu boyunca serildi güneşin alnına. Bir süre sonra da bir merak kapladı içini. Kulübenin kenarına sarılarak eğildi ve büyük avludaki körüklü arabayı gördü. Avukatın evinde kalmakta olan Alman teğmenin emir erini de gördü çok geçmeden. Subayın üniformasını fırçalamaktaydı adam. Küçük ve pis bıyıklı o bodur subayı hatırladı Pavka. Sonra da subayın kaldığı odanın parka baktığını… Şu penceresi açık duran ve gizlendiği