Lütfü Şehsuvaroğlu

Ordusunu Arayan Kumandan


Скачать книгу

vardı. Fakat basın hayatında iki büyük mahkeme dikkati çeker. Biri Ahmet Emin Yalman’ın vurulmasıyla ilgili açılan Malatya Davası, diğeri de 1974’te açılan Türklüğe Hakaret Davası. Birincisinde savunması şöyleydi: “İddianame karşısında mücerred insanlık ve düşmanda bile aranan liyakat ölçüsü adına utanç duyuyorum. Bu yüzden kanunun bana verdiği her türlü müdafaa hakkımı kullanmayı, iddianameye kendi cinsinden bir üslup tavsif husumetiyle mukabele etmeyi zaaf ve küçüklük saymaktayım.” İkincisinde ise şöyle der: “Böylece sadece şahsımı değil, amme vicdanını da incitmiş olan savcıya yüce mahkemeniz ve Türk amme vicdanı önünde hicap terleri dökerek teessüf ederim.”

      Necip Fazıl, hapishane hatıralarını “Yılanlı Kuyudan” adlı eserinde ebedîleştirdi. “Bizde hapishane hiçbir suçun ızdırap ve intibah yatağı değil, her suçun tam teşekkül ve tekemmül akademisidir. O bir yılanlı kuyudur ve bekçileri içine değil, yalnız kapağına hâkimdir.”

      İslamiyetin şehirleri terk ettiği bir dönemde şehirli-aristokrat bir Müslüman edasıyla Anadolu gençliğini kendisine yakın bulan Üstad, mahkemeleri de davasının arenası yapmıştır. Onun davaları ile ilgili olarak Şükrü Karatepe şöyle diyor: “Necip Fazıl’ın bir numara olma özelliğini davalarında da da görüyoruz. Bu nedenle Üstad’ın davaları, yargılaması, yapılan suçtan çok kendisinin öne çıktığı bir tür gösteriye dönüşmüştür. Mahkemeler Necip Fazıl için davasını anlatacağı bir fırsatır. Kendisine yöneltilen suçlamayı reddettiği hiçbir davasında görülmemiştir. (…) Üstad, düşmanlarına karşı her zaman onları küçümseyen, değer vermeyen ve tepeden bakan bir tavır takınmıştır. Bu durum savcılara karşı da kendini gösterir. Şartlar zorlaştıkça keyiflenen, mücadele şartlarının çetinliğinden bilenen Üstad, şövalyelik ruhunun tatmini için savcılara karşı sürekli saldırı pozisyonunda olmuştur.” (Şükrü Karatepe, “Necip Fazıl Davaları”, Bütün Yönleriyle Necip Fazıl Sempozyumu, TYB, Ankara, 1994)

      6

      Sponsorluğunu yapan gazete veya kuruluşların dolaylı yoldan övgüsünü de yapmakla suçlanan Üstad, Türk basın tarihinde fıkra yazarı olarak, gazete ve dergi patronu olarak her bakımdan özgün bir yere sahiptir.

      Şükran Kurdakul, Üstad’ın basın hayatı için şöyle yazıyor: “İlk dizisi düşün ve sanat dergisi niteliğinde olan ‘Büyük Doğu’yu (1943-1954) çıkarmaya başladıktan sonra resmî göreve girmedi. ‘Son Posta’, ‘Yeni İstanbul’ gazetelerinde fıkra yazarlığı yaptı. ‘Büyük Doğu’yu ikinci kez siyasal gazete olarak çıkardı. 1945’ten sonra tutucu zümrelerin değer saydığı konuları işleyerek tarihsel ilerleme bilincine aykırı doğrultuda yazıları kitaplarıyla çağdaş düşünce verilerinin dışında kalan yazarlar arasına katıldı. ‘Yeni Mecmua’daki (1923) ilk deneylerinden sonra ‘Millî Mecmua’ (1924-28), ‘Hayat’ (1928-29), ‘Varlık’ (1933-36), kendi yayını ‘Ağaç’ (1936) dergilerinde çıkan şiirleriyle cumhuriyet döneminde yetişen şair kuşağının en ünlülerinden biri durumuna geldi.” (Şükran Kurdakul, Şairler ve Yazarlar Sözlüğü)

      7

      1975’te Millî Türk Talebe Birliği tarafından, 50. Sanat Yılı jübilesi yapıldı. 1980’de ise doğumunun 75. yılında Türk Edebiyatı Vakfı tarafından “Türkçenin yaşayan en büyük şairi” seçilerek kendisine Sultanü’ş Şuara (Şairler Sultanı) unvanı verildi. Aynı yıl Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü (nakdi mükâfat) ile mükâfatlandırıldı. (25 Mayıs 1980) Bu tarihten sonra evinden pek çıkmadı. İlk romanını yazdı ve yayımladı: “Aynadaki Yalan”. Şairlik kudretini yayımladığı son şiirlerinde bir kere daha gösterdi. 25 Mayıs 1983’te İstanbul’da vefat eti; hiçbir resmî tertip eseri olmayan mahşeri bir aydın ve halk kalabalığının katıldığı Süleymaniye Camii’ndeki cenaze namazından sonra, Eyüp’te Kâşgarî Dergâhı’na defnedildi.” (Yeni Türk Ansiklopedisi, Ötüken Yayınevi, Cilt 5. s. 1843

      8

      Öldüğünde on sekiz aylık kesinleşmiş mahkûmiyeti bulunan Necip Fazıl, 1964 yılında “Büyük Doğu” yeni devresine başlarken kendi ömrü hakkında şunları yazıyordu: “1943: Allah demek yasak… İlk Büyük Doğu… İlk hapis 1 gün… 1944: Vekiller Hey’eti kararıyla kapatılış; bir yüksek mektepteki hocalıktan kovuluş ve asker edilip Toroslar’a sürülüş… 1945: Amerikan diktası cebrî (!) hürriyet… İkinci çıkış. 1946: Örfi İdarece mühürleniş… Ankara: Recep Peker (100 bin lira kabul eder misiniz?)… 1947: Üçüncü çıkış… Mitingler… Kahrolsun “Büyük Doğu”! İkinci hapis (23 gün)… Beraat… 1948: Temyiz beraati bozuyor… Mahkeme koridorları… Çile üstüne çile… 1949: Dördüncü ve şekil değiştirerek beşinci çıkış… Takipler çekirge hücumu… 1950: Üçüncü hapis (üç ay) ve af kanunu ile kurtuluş… Ateşe devam… 1951: Dördüncü hapis (17 gün)… Ortaklaşa günlük gazete… Altıncı çıkış… İhanet… Ayrılış… 1952: Kendi günlük gazetem… Yedinci çıkış… Yine sayısız dava… Mason locası baskını (Ben seninleyim! Gazeteni kapat! Emir en tepeden!)… 1953: Malatya hapsi… Beşincisi (1 sene 3 gün)… Ölümden cinnetten öteye ızdırap… 1954: Sekizinci çıkış… Her sayımız toplatılıyor… İflas… 1955: Hükûmet ve mahkeme kapılarında mermerleri aşındıran ayakkabı… Boşlukta uçan ses… 1956: İkinci günlük gazete tecrübesi, dokuzuncu çıkış… Yine Örfi İdare kapatmaları… 1957: Altıncı hapis (8 ay 4 gün)… Seçimler kazanılınca hatırlanıyor ve okşanmaya başlıyoruz! 1958: Dörtlü murat yaprağı gibi aranan resmî idrak ve her defa rastlanan fikrî boşluk… 1959: Zor bela onuncu çıkış ve tam sahabetsiz didiniş… Bolu Dağları’nda tevkif (2 gün hapis-yedinci)… Böyleyken Allah’ın lütuflarıyla hemen her şeyi peşin söyleyiş, fakat dinletemeyiş… Mahkûmiyet kararları tepemizde kar gibi yağmakta… 101 sene hapis gibi bir şey… İliklerimize kadar bezginlik ve elveda!.. 1960: Elmâlûm… Destanlık çapta husûsiyetleriyle Davutpaşa Kışlası, Balmumcu Gazinosu ve oradan Toptaşı Cezaevinin kütüphanesinde yazı, ibadet, gözyaşı, düşünce… 1962: İnceleme, kollama, gözetleme, karara varma yılı… Dört davadan beraat ve ilk defa ‘af kanunu’ndan istiğnâ… 1963: Örfi İdare boyunca siperde bekleyiş… 1964: On birinci çıkış (Birinci demektir.) ve Allah kerim…” Bu yazıdan sonra “Büyük Doğu” 1971’e kadar dört defa daha çıktı. 1978’deki 5 sayılık 16. çıkış ise “veda” devresi oldu. (Yeni Türk Ansiklopedisi, Ötüken Yayınevi, Cilt: 5, s. 1842-1843) “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış; Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış…”

      9

      Orhan Okay, Bütün Yönleriyle Necip Fazıl Sempozyumu, TYB, Ankara 1994.

      10

      Ali İhsan Kolcu, “Albatros’un Gölgesi / Baudelaire’in Türk Şiirine Tesiri Üzerine Bir İnceleme”, Akçağ Yayınları, Ankara 2002, s. 334

      11

      Yeni Türk Ansiklopedisi, Ötüken, Cilt: 5, s. 1843

      12

      Necip Fazıl’ın “ben”i, Bodler için söylenen “flaneur”e ilk başta benzemekle birlikte; Necip Fazıl’daki ben, sokakların gezgin adamı olmaktan, “serseri”likten giderek Allah davasına kendisini adayan, daha da ötesi Enel Hakk’a yakın duran bir tasavvufi oluşun adı olur. Walter Benjamin, Bodler için flaneur kavramını kullanmıştı. Ali İhsan Kolcu da Türk Bodler’ine yakıştırıyor: “Şiirimizde sokağın dilini bu denli bir dikkatle kullanma Baudelaire’in